Anayasa Değişikliğinin Yargılamaya Etkisi Hakkında Yargıtay Kararları
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2001/294
K. 2002/1
T. 22.1.2002
• TAAHHÜDÜ İHLAL ( Hiç Kimsenin Sözleşmeden Doğan Bir Yükümlülüğü Yerine Getirememesinden Dolayı Özgürlüğünden Alıkonamaması )
• ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ ( Taahhüdü İhlal Suçu Nedeniyle Hiç Kimsenin Özgürlüğünden Alıkonamaması )
• SÖZLEŞMEDEN DOĞAN BORÇLAR ( Taahhüdü İhlal Suçu Nedeniyle Hiç Kimsenin Özgürlüğünden Alıkonamaması )
2004/m.111,340
2709/m.38/9
ÖZET : Sanığın taahhüdü ihlal suçundan cezalandırılmasına karar verilen olayda çözümlenmesi gereken hukuki sorun, anayasanın 38. Maddesine 4709 sayılı yasa ile eklenen, “hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz” şeklindeki kuralın icra iflas yasası’nın 340. Maddesinde düzenlenen ve yaptırımı özgürlüğü bağlayıcı ceza olan suç bakımından nazara alınıp alınamayacağı, diğer bir anlatımla ödeme taahhüdünün ihlal edilmesinin, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğün yerine getirilememesi olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ve 4709 sayılı yasa ile getirilen düzenlemenin doğrudan uygulanabilir bir kural niteliğinde bulunup bulunmadığı noktalarında toplanmaktadır.
İİY’nın 340.maddesi uyarınca “alacaklının muvafakatı ile kararlaştırılan ödeme şartının” ise bir sözleşme olduğu yönünde herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. Maddedeki “makbul sebep” kavramı, Anayasanın 38 maddesinin 9. fıkrasındaki “yerine getirememe” kavramından daha dardır. Bu nedenle üst norm olan ve sanık lehine hükümler getiren bu yeni Anayasal düzenleme çerçevesinde, sanığın borcunu hangi nedenle veya nedenlerle yerine getiremediğinin araştırılarak, hukuki durumunun belirlenmesinde zorunluluk vardır.
DAVA : İtirazname 114292
Kararı veren Yargıtay Dairesi 17. Hukuk Dairesi
Mahkemesi KOZAKLI İcra Ceza
Günü 7.12.2000
Sayısı 5/5
Şikayetçi K. C.
Sanıklar N. K.
Temyiz Eden Sanık
Taahhüdü ihlal suçundan sanık Nusret Kumaşçı’nın İİY’nin 340.maddesi uyarınca 1 ay hafif hapis cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin Kozaklı İcra Ceza Mahkemesinden verilen 7.12.2000 gün ve 5/5 sayılı hüküm sanık tarafından temyiz edilmekle dosyayı inceleyen Yargıtay 17. Hukuk Dairesince 13.11.2001 gün ve 9612/9513 sayı ile;
“Sanığın üzerine atılı suçun içerik ve niteliğine, 17 Ekim 2001 tarih ve 24556 mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 4709 sayılı Kanunun 15. maddesi ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 38. maddesine eklenen son fıkra uyarınca “Hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz” hükmü ile yapılan bu düzenlemenin sanığın lehinde bulunması ve TCK’nın 2/2. maddesi de gözetilerek sanığın hukuki durumunun yeniden değerlendirilmesi zorunluluğu” bulunduğu gerekçesiyle diğer yönleri incelenmeksizin bozulmuştur.
Yargıtay C. Başsavcılığı 12.12.2001 gün ve 114292 sayı ile;
İİY’nın 340. maddesi ” 111 inci madde mucibince veya alacaklının muvafakatı ile icra dairesinde kararlaştırılan borcu ödeme şartını, makbul bir sebep olmaksızın ihlal eden borçlu, alacaklının şikayeti üzerine tetkik mercii tarafından bir aydan üç aya kadar hafif hapis cezası ile cezalandırılır” hükmünü içermektedir.
İİY’nın 340. maddesinde düzenlenen suçu inceleyecek olursak; Suçun ön koşulu borçlu hakkında geçerli bir icra takibi bulunmasıdır. İİY’nın 111. maddesi gereğince bir taksitlendirme yapılması ya da alacaklı ile borçlu arasında borcun ödenmesini içeren bir anlaşmaya varılması ve ödeme taahhüdünün ihlal edilmesi, suçun maddi unsurunu oluşturur.
Bu suç kasten veya taksirle işlenebilir. Maddedeki “makul bir sebep olmaksızın” ibaresi sonucu doğurmaktadır. Dolayısıyla burada bir objektif sorumluluk hali mevcut değildir. Çünkü borçlu yönünden makul bir nedenin mevcudiyeti halinde suç oluşmayacaktır. Burada ifade edilen “makul bir neden”, kuşkusuz borçlunun kusuru ile oluşmayan nedendir. Dolayısıyla buradaki taahhüdün ihlali, kusura dayanan bir ihlaldir, yani sorumluluk kusur sorumluluğudur.
Suçun faili ise icra takibine maruz kalan borçludur.
İİY’nın 111. maddesi uyarınca yapılan ödeme taahhüdünde; icra takibi kesinleştikten ve borca yeter derecede mal haczedildikten sonra, satış yapılmadan,borcun birinci taksitinin peşin ödenmesi ve kalanının da muntazam taksitlerle en çok üç ayda üç taksit halinde ödenmesinin taahhüt edilmesi gerekmektedir. Bu taahhüt alacaklının kabulüne bağlı değildir. Borçlunun taahhütte bulunması ile yani tek taraflı beyanı ile İİY’nın 111. maddesi uyarınca süreler durduğundan, Kanun da borçluya bir takım yükümlülükler yüklemektedir. Burada alacaklının da kabulü aranmadığından bir sözleşmeden bahsetmek mümkün değildir. Kanundan kaynaklanan yani alacaklının iradesine değer verilmeyen bir durumda, borçlunun beyan edip yerine getirmediği taahhüdü nedeniyle cezalandırılması söz konusudur. Bu halde hiçbir şekilde bir sözleşme söz konusu değildir. Kanundan kaynaklanan yükümlülüğün ihlali nedeniyle cezalandırılmaktadır.
Alacaklı ve borçlunun icra memurunun huzurunda miktarı belli olan para borcunun ödenmesine ilişkin olarak mutabakata varmaları, borcun ödenmesine ilişkin taksitler ile taksit miktarı, taksit süreleri, tüm borcu karşılayacak, infazda tereddüt yaratmayacak şekilde olmalı ve her hangi bir kayıt ve şarta bağlanmamalıdır. Taahhüt alacaklı veya vekilinin yokluğunda yapılmış ise, bir muhtıra ile adı geçenlere bildirilmelidir. İtiraz edilmeyen taahhüt kabul edilmiş sayılır. Burada borçlunun taahhüdüne ilişkin zaptın İİY’nın 8 ve bu kanuna göre çıkartılan yönetmeliğin 20/2. maddesi uyarınca icra memuru tarafından imzalanması şarttır. Bu imza hukuken geçerlilik şartıdır. Burada taahhüt işleminde icra memurunun bulunma zorunluluğu onun işlemde bir taraf değil, ancak taahhüdün geçerliliği için bulunması gerekli şekli şartlardan biri olması nedeniyledir. Zira icra memurunun taahhüdün içeriğine müdahale imkanı bulunmamaktadır. Bu taahhüt hacizden önce olabileceği gibi sonra da olabilecektir. Buradaki taahhüdün alacaklı tarafından da kabulü gerektiğinden, bu işlem iki taraflıdır. İİY’nın 111. maddesindeki gibi tek taraflı değildir. Yalnız başlayan cebri icra sırasında alacaklının ve borçlunun ödeme konusundaki bu karşılıklı mutabakatları nedeniyle, talebe bağlı olan icra takibi de, bu taahhüt ihlal edilmediği sürece İİY’nın 110/3,4. maddeleri uyarınca kanundan dolayı durmakta; taahhüt gereğince ödemeler sürdüğü. Bir aksama olmadığı sürece bu duruma devam etmekte, ancak karşılıklı anlaşma nedeniyle adeta askıda beklemekte olan cebri icra, ihlal söz konusu olunca olduğu yerden işlemeye devam etmektedir. İİY’nın 111. maddesinin üçüncü fıkrasında, bu haldeki taahhüt bir taksit sözleşmesi olarak nitelendirilmiş ise de, bu ödeme şartının kabulünü sadece tarafların karşılıklı anlaşmalardan yani buradaki işlemin iki taraflı olduğundan hareketle tipik bir özel hukuk sözleşmesi olarak da değerlendirmek mümkün değildir.
O halde İİY’nın 111. maddesinden kaynaklanan yasal taksit uygulaması başladıktan sonra, bunun ihlal edilmesi yasa ile öngörülen yükümlülüklerin ihlal edilmesidir. Bu halin hiçbir şekilde sözleşme ile ilgisi yoktur.
İİY’nın 340. maddesinde düzenlenen kabule bağlı taksit taahhüdünün ihlali ile ihlal edilen yalnızca sözleşme olmayıp, yapılan sözleşme ile durması sağlanan cebri icra nedeniyle, cebri icra örgütün kurulup çalışmasının esası olan kamu düzenidir.
Taahhüdü ihlal suçundan korunan hukuki değer, kanunla öngörülen yükümlülüktür. Bu ihlalin sözleşmeyle veya yalnızca sözleşmeden kaynaklanan bir yükümlülükle ilgisi bulunmamaktadır.
Ancak, bu suç ile ihlal edilen tek değerin kamu düzeni olduğu söylenemez. Alacaklının başvurduğu cebri icra yolunun yapılan taahhüt nedeniyle durması karşısında, alacağına geç kavuşmakta, zarara uğramaktadır. Yani ihlal edilen diğer hukuki konu mamelek hukukudur.
2004 Sayılı Yasanın 340. maddesinde öngörülen taahhüdü ihlal suçundan ihlal edilen sözleşme hukuku olmayıp, suç sözleşmeye aykırılıktan değil, yasayla öngörülen bir yükümlülükten kaynaklanmaktadır. Borcun ödettirilmesine matuf objektif bir sorumluluk hali söz konusu olmayıp, kusur sorumluluğu esas alındığından, Anayasanın 38. maddesinin sekizinci fıkrası kapsamında kalmamaktadır.
Diğer yandan 4709 Sayılı Yasa ile getirilen düzenleme, genel bir kurala ilişkin olup, doğrudan uygulanabilir içerik ve nitelikte değildir. Bu nedenle Yüksek Dairece hükmün doğrudan uygulanabilir nitelikte kabul edilerek bozma kararı verilmesi de yerinde değildir.” Gerekçeleriyle itiraz yasa yoluna başvurarak, Özel Daire bozma ilamının kaldırılmasına karar verilmesini talep etmiştir.
Dosya Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulunca okundu, gereği konuşulup düşünüldü.
KARAR :
Sanığın taahhüdü ihlal suçundan cezalandırılmasına karar verilen olayda çözümlenmesi gereken hukuki sorun, Anayasanın 38. maddesine 4709 Sayılı Yasa ile eklenen, “Hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz” şeklindeki kuralın İcra İflas Yasası’nın 340. maddesinde düzenlenen ve yaptırımı özgürlüğü bağlayıcı ceza olan suç bakımından nazara alınıp alınamayacağı, diğer bir anlatımla ödeme taahhüdünün ihlal edilmesinin, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğün yerine getirilememesi olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ve 4709 Sayılı Yasa ile getirilen düzenlemenin doğrudan uygulanabilir bir kural niteliğinde bulunup bulunmadığı noktalarında toplanmaktadır.
Sorunun çözümünde sağlıklı bir hukuki sonuca ulaşılabilmesi için, konuya ilişkin yasal düzenlemelerin, bunların TBMM’inde görüşülmesi sırasında görüşülmesi sırasında yapılan görüşmelerin, öğretideki düşüncelerin ve taahhüdü ihlal suçunun hukuki yapısının ele alınıp değerlendirilmesinde zorunluluk bulunmamaktadır.
“Borçlunun ödeme şartını ihlali halinde ceza” başlığını taşıyan İcra ve İflas Yasası’nın 340. maddesinde;
111. madde gereğince veya alacaklının muvafakatı ile icra dairesinde kararlaştırılan borcu ödeme şartının, borçlu tarafından makbul bir sebep olmaksızın ihlali, seçimlik hareketli suçlar olarak düzenlenmiş, yaptırımı ise özgürlüğü bağlayıcı ceza olarak öngörülmüştür.
İİY.nın 111. maddesine göre; borçlunun, yeterli miktarda malının haczedilmiş olması, satış talebinden önce borcunu muntazam taksitlerle ödemeyi taahhüt etmesi ve birinci taksiti derhal yatırması, her taksitin borcun dörtte bir miktarından aşağı olmaması taksitlerin aydan aya olup sürenin üç ayı aşmaması halinde icra işlemi durur ve aynı Yasasının 106. maddesinde belirtilen satış isteme süreleri işlemez. Bu maddeye göre kararlaştırılan ödeme taahhüdünde alacaklının onayına gerek bulunmayıp, borçlunun bu hakkı Yasadan kaynaklandığından, uygulamada “yasal taksit hakkı” olarak da adlandırılmaktadır. Belirtilen bu ödeme şartı, sözleşmeden değil Yasadan kaynaklandığından, borçlunun ödeme şartını ihlali halinde özgürlüğü bağlayıcı ceza ile cezalandırılması, Anayasanın 38. maddesinde 4709 Sayılı Yasa ile eklenen 9. fıkradaki kurala aykırılık oluşturmaz.
İİY’nın 340. maddesindeki ikinci ödeme şartı ise; icra takibinin kesinleşmesinden sonra alacaklının muvafakatıyla icra dairesinde kararlaştırılan borcun taksitle ödenmesidir.
Ödeme koşulunun bu biçiminin ihlalinin suç oluşturabilmesi için, borçlu hakkında geçerli ve kesinleşen bir icra takibinin bulunması, borçlunun taahhüdünün alacaklı, vekili veya yasal temsilcisi tarafından kabul edilmesi, ödenecek toplam miktarın rakamsal olarak belirlenmesi, tarafların belirlenen bu miktar üzerinde icap ve kabulde bulunmaları, taahhüt esnasında, alacaklı veya vekili veya yasal temsilcisi hazır değil ise, alacaklının kabul keyfiyetinin ödeme tarihinden önce borçluya bir muhtıra ile bildirilmesi gerekmektedir. Sayılan koşullardan birinin bulunmaması halinde ödeme şartını makbul bir sebep olmaksızın ihlal eden borçlunun bu madde ile cezalandırılması olanağı bulunmamaktadır.
A. Tahir Öğütçü ve A. Çiftçioğlu Uygulamalı İcra ve İflas Kanunu isimli eserlerinin 1298. sayfasında “Borçlunun taahhütte bulunması ve bu taahhüdün alacaklı tarafından kabul edilmesi bir akittir. Akit iki tarafın karşılıklı ve birbirlerine uygun surette rızalarını beyan ettikleri takdirde tamam olur. ( B.K. md. 1 ) Kabul için bir süre tayin ederek başka bir kimseye bir akdin yapılmasını teklif eden kimse, bu sürenin bitimine kadar icabından dönemez. Bu süre bitmeden evvel kabul haberi kendisine yetişmezse icabı ile bağlı kalmaz. ( BK. md. 3 ) Bu itibarla, borçlunun taksit talebinin, ilk taksit tarihinden evvel kabul keyfiyetinin borçluya bildirilmiş olması zorunludur. Aksi halde, borçlu icabı ile bağlı kalmadığından akit tamamlanmamış olur” biçimindeki açıklamalarla bu ödeme şartının bir sözleşme olduğunu ifade etmişler, İİY’nın 111. maddesinin 3. fıkrasında da bu ödeme koşulunun “sözleşme” olduğu ve bu sözleşmenin devamı süresince 106. maddedeki sürelerin işlemeyeceği açıkça belirtilmiştir.
Borçlu ve alacaklı tarafından kararlaştırılan ödeme koşuluna ait tutanağın, ilgililer ve icra müdürü veya yardımcısı veya katibi tarafından imzalanması zorunluluğu bulunmakta ise de bu zorunluluk, İİY.nın 8. maddesi uyarınca tutanakların aleniyeti ve ispat kuvvetinden kaynaklanmaktadır. İmza, sözleşmenin değil tutanağın geçerlilik şartı olup, icra memurları bu taahhütte taraf olmadıklarından içeriğine müdahale edememekte, sözleşme sadece icranın tarafları arasında yapılmaktadır.
Maddede “makbul bir sebep olmaksızın” ödeme şartını ihlal eden borçlunun cezalandırılacağı öngörülmekte, postaya gününden önce verilen taksitin icra dosyasına gecikerek girmesi, hastalık, yangın, su baskını ve deprem gibi olağanüstü olaylar nedeniyle taahhüdün yerine getirilememesi gibi haller uygulamada haklı neden olarak kabul edilmekte, Anayasanın 38. maddesinin 9. fıkrasında belirtilen “yerine getirememe” kavramı ise “makbul sebeb”i de kapsayacak şekilde kendi ihmal ve kusuru olmaksızın, sadece sözleşmeden kaynaklanan yükümlülüğünü istese bile yerine getirememeyi ifade etmekte ve hakime daha geniş bir değerlendirme yapma olanağı vermektedir. Bu nedenle “makbul sebep” kavramının “yerine getirememe” kavramı ile aynı anlamı taşıdığının kabulüne olanak bulunmamaktadır.
Alacaklının muvafakatıyla kararlaştırılan ödeme şartını ihlal suçunun hukuki yapısı irdelendikten sonra; Anayasanın 38 inci maddesine 9 uncu fıkra olarak, 4709 Sayılı Yasanın 15. maddesi ile eklenen “hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz.” şeklindeki düzenlemenin anlam ve amacı, Meclisteki görüşmeler, uluslararası temel metinler ve öğretideki görüşler ışığında ele alınıp değerlendirilmelidir. Anılan Yasa değişikliğinin Mecliste görüşülmesi esnasında, bir soru üzerine Anayasa Komisyonu Başkanı; “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Dördüncü Protokolünün 1. maddesi, borçlar hukuku ilişkisinden kaynaklanan borçlarını rızasıyla ödeyemeyen bir borçlunun bu yüzden hapis cezasıyla cezalandırılmasını yasaklamıştır. Borcun ödenmemesi, ya borçlunun mal varlığı bulunmadığı için çaresizlikten veya buna rağmen kötü niyetten olabilir. Birinci halde, yani, kendi ihmal veya kusuru olmaksızın borcunu ödemekte acze düşen kişi, bu yüzden hapis cezasına çarptırılamaz ancak, borçlunun hileyle veya kasten borcunu ifa etmekten kaçınması halinde protokolün bu hükmünden yararlanması mümkün değildir” şeklinde açıklamalarda bulunmuş,
Değişikliğe ilişkin Anayasa Komisyonu raporunda ise, 4 No.lu Protokol gereği değişikliğin hükme eklendiği, sözleşmeden doğan yükümlülük içinde borçların da olduğu belirtilmiştir.
19.10.1992 tarihinde ülkemiz adına imzalanıp, 23.2.1994 tarih ve 3975 Sayılı Yasayla onaylanarak, o tarihten itibaren yasa değerinde bir hüküm olan ve 4709 sayılı yasal değişiklik ile de Anayasal bir kural haline gelen 4 No.lu Protokolün 1. maddesinin öğretide ve konuya ilişkin sempozyumlarda ele alınarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır.
Nitekim Prof. Dr. Tekin Akıllıoğlu 1 Aralık 2001 günü yapılan bir sempozyumda sunduğu tebliğinde ( AİHS ve Anayasa md. 38, f.8 Açısından Ödenmeyen Para Borçlarında Yaptırımlar Sempozyumu sh.4 vd. )
“Genellikle uluslar arası andlaşmalarda hazırlık sırasında kullanılan “açıklayıcı belge” ( explanatory report ) buna bir çeşit gerekçe belgesi denebilir, sonradan andlaşmaya eklenirken, AİHS’nin ve 4 No.lu Protokole ek açıklayıcı belge bulunmamaktadır. 4 Nolu Protokolün uzmanlar komisyonunca yapılan bir açıklayıcı raporu vardır, ancak yayınlanmadığından hizmet içi belge olarak kalmıştır.
Fransız ceza hukukunda ve pek çok Avrupa ülkesinde borçlunun ödemeye zorlanması için hapsedilmesi ( la contrainte par corps ) denilen hukuki usul, kanundan doğan borçlarda veya kamu gücü iradesinden doğan borçlarda halen uygulanmaktadır.
Bu madde yetkili kamu makamlarının kişi özgürlüğünü kaldırma yetkisini sınırlamaktadır. Bu nedenle AİHS 5. maddesinin 1 ( b ) hükmü ile bağlantılıdır. Madde 5 1 ( b ) hükmüne göre; “Bir mahkeme tarafından yasaya uygun olarak verilen bir karara riayetsizlikten dolayı veya yasanın koyduğu bir yükümlülüğün yerine getirilmesini sağlamak için bir kimsenin usulüne uygun olarak yakalanması veya tutulması ” söz konusudur.
Başka bir anlatımla, kanunun öngördüğü yükümlülükler arasından “sözleşmeden doğan borçları” çıkarmak gerekir.
Borçtan ( obligation ) ne anlaşılmak gerekir? Madde sadece “sözleşmeden doğan borcu” ( obligation contractuelle ) korumaktadır.
Sözleşme bir para borcuna ilişkin olabileceği gibi satın alma, satma borcuna ilişkin de olabilir. Aynı şekilde bir şeyi verme, yapma, yapmama taahhütleri de kapsamdadır. Sözleşme sadece özel kişiler arasında ya da özel hukuk alanında yapılanları değil, taraflardan biri kamu tüzel kişisi olan ya da kamu hukukuna giren bütün sözleşmeler ( idari imtiyaz sözleşmeleri, devlet ihale kanunu kapsamındaki sözleşmeler ) 1. maddeye girer. Bu bakımdan AİHS 5/1 ( b ) de geçen “Yasanın koyduğu bir yükümlülüğün yerine getirilmesini sağlamak için” deyimi 4 No.lu Protokol 1. maddenin öngördüğü “sözleşmeden doğan borç” kavramına dahil değildir.
Birinci madde “yerine getirememe”den ( inability ) söz etmektedir. Dolayısıyla borçlu ödeyebilecek durumda olup da ödemeyi reddediyorsa koruma kapsamına girmez. Ayrıca maddede “yalnızca” ( merely ) kelimesi de kullanılmıştır. Borçlu hileyle ya da kötü niyetle hareket etmişse 1 inci madde hapsine engel değildir. Sonradan ödemezlik durumunda olduğu anlaşılsa bile durum değişmez. Gerçekten 1. madde iradi olmayan ödeyememe durumuna ilişkindir. Maddede geçen “yerine getirememe” ( n’est pas en mesure d’executer/on the ground of inability ) deyiminin “istese bile ödeyemeyecek” olan bir kimsenin durumunu anlattığı açıktır.
Avrupa İnsan Hakları Komisyonunun verdiği bir karara göre; bir kimsenin kanun emrettiği halde buna uymayarak alacaklısına malvarlığı hakkında beyanda ( affidavit ) bulunmamış olduğu için mahkemece hapsine karar verilmesi 1 inci maddenin koruduğu alana girmez.
AİHS’nin 5/1 ( b ) hükmü nasıl anlaşılmaktadır? Madde 5 1 ( b ): “Bir mahkeme tarafından yasaya uygun olarak verilen bir karara riayetsizlikten dolayı veya yasanın koyduğu bir yükümlülüğün yerine getirilmesini sağlamak için bir kimsenin o zamana kadar yerine getirmeyi ihmal ettiği belli ve somut bir borç veya edimi yerine getirmeye zorlanması amacıyla hapsedilmesini anlatmaktadır. Bu kural geniş yorumlanmamalıdır. “Bir vatandaşın genel nitelikte kanuna itaat ödevinden bahisle mecburi oturmaya mahkum edilmesi” ( Guzzardi kararı ), “bir ordu mensubunun bundan böyle borçlarına sadık kalması amacıyla oda hapsinde tutulması” ( Ciulla kararı ) genel nitelikte ödev ifasına zorlamadır, AİHS 5/1 ( b ) kapsamına ( koruduğu alana ) girmez.” şeklinde açıklamalarda bulunmuştur.
Doç. Dr. Metin Feyzioğlu aynı sempozyumda sunduğu tebliğinde; ( Sözleşmeden Kaynaklanan Yükümlülükler Nedeniyle Hürriyetin Kısıtlanması Age.sh.15 vd )
“Anayasa m. 38, sözleşmeden kaynaklanan borcunu yerine getirmeyenin değil, getiremeyenin hürriyetinin kısıtlanamayacağı hükmünü içermektedir. Öyleyse, borcunu yerine getirebilecekken getirmeyenler, bu yasaktan yararlanamazlar. Bu çerçevede, İİK. md. 340’daki makbul sebep kavramını dar yorumlayan ve makbul sebebi örneğin, borçlu ya da onun talimatıyla başkası tarafından taksitin yatırılmasına imkan bulunmamasıyla ya da postadaki gecikmelerle sınırlayan bir uygulama, Anayasa md. 38’e aykırı olacaktır.
Ödeme şartını ihlal suçundan ödeme şartı, alacaklı ve borçlu arasında karşılıklı rıza ile yapılan bir sözleşmeye dayanıyorsa, bu suçu hükme bağlayan İİK. md. 340’daki “makbul sebep”, ceza hukukundaki “beklenmeyen durum” olarak anlaşılırsa ve borçlunun gelir elde edip, taksiti ödemesini engelleyen beklenmeyen durumlarda ceza verilmesi yoluna gidilmezse, sözü geçen suç Anayasa md. 38’e aykırı olmayacaktır.”
Yine öğretide Dr. Şeref Ünal ( Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 329 ve 330. sh. ) konuya ilişkin olarak; “bu hüküm borçlar hukuku ilişkisinden kaynaklanan borçlarını rızasıyla ödemeyen bir borçlunun, bu yüzden hapis cezasıyla cezalandırılmasını yasaklamıştır. Borcun ödenmemesi, ya borçlunun mal varlığı bulunmadığı için çaresizlikten veya buna rağmen kötü niyetten olabilir.
Birinci halde, yani kendi kusuru olmaksızın borcunu ödemekte acze düşen kişi, bu yüzden hapis cezasına çarptırılamaz. Ancak borçlunun hile ile veya kasten borcunu ifa etmekten kaçınması halinde, protokolün bu hükmünden yararlanması mümkün değildir.
Akde muhalefetin suç sayılarak hapis cezasıyla cezalandırılabilmesi için, yasal unsurlarının bulunması gerekir. Örneğin, borçlarından kurtulmak için ülkeden kaçma hazırlıkları yapan bir kişinin özgürlüğünden yoksun bırakılması, sözleşmeye aykırı sayılmaz.
Nitekim, bu gerekçeyle İİY’nın 331 ve onu izleyen maddelerinde kötü niyetli borçlular için cezai müeyyideler öngörülmüştür. Buna göre, alacaklısını zarara sokmak kastıyla malvarlığını eksilten, borç ödemeden aczine kendi fiiliyle sebebiyet veren borçluların hapis cezasıyla cezalandırılmaları mümkündür. Bu gibi hallerde yasal dayanak İİY’nın söz konusu hükümleri olduğu için, borçluların cezalandırılması, Protokolün bu hükmüne aykırı sayılmamalıdır.
Borcun ifasının imkansızlığı, sonradan borçlunun mali durumunun bozulması yüzünden ortaya çıkabileceği gibi, başlangıçta, yani akdin yapıldığı anda da söz konusu olabilir. Örneğin, BK’nun 117 inci maddesine göre, “borçluya isnat olmayan haller münasebetiyle borcun ifası mümkün olmazsa, borç sakıt olur.” Bu ikinci halde borç kendiliğinden ortadan kalkacağından, borcun ödenip ödenmemesi zaten söz konusu değildir.” şeklinde görüş bildirmiştir.
Bu belirlemeler ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Borçlu sanık hakkındaki icra takibi sırasında borcunu 1.8.2000 tarihinde ödeyeceğini bildirmiş, bu talebi kabul edilerek kabul muhtırası 8.8.2000 tarihinde borçlu-sanığa tebliğ edilmiştir.
İİY’nın 340.maddesi uyarınca “alacaklının muvafakatı ile kararlaştırılan ödeme şartının” ise bir sözleşme olduğu yönünde herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. Maddedeki “makbul sebep” kavramı, Anayasanın 38 maddesinin 9. fıkrasındaki “yerine getirememe” kavramından daha dardır. Bu nedenle üst norm olan ve sanık lehine hükümler getiren bu yeni Anayasal düzenleme çerçevesinde, sanığın borcunu hangi nedenle veya nedenlerle yerine getiremediğinin araştırılarak, hukuki durumunun belirlenmesinde zorunluluk bulunduğundan Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan Kurul Başkanı M. Kaban; “Yalnızca sözleşmeden kaynaklanan bir yükümlülüğün yerine getirilememesinden dolayı bir kimsenin özgürlüğünden alıkonulamayacağına ilişkin, 4709 Sayılı Yasa ile Anayasanın 38. maddesine eklenen kuralın uygulanabilmesi için iki koşulun bir arada bulunması gerekmektedir. Bunlardan birincisi yükümlülüğün doğrudan doğruya sözleşmeden kaynaklanması, araya başka bir otoritenin girmemesi, ikincisi ise, borçlunun ihmal ve kusuru olmaksızın bu yükümlülüğü istese bile yerine getiremeyecek olmasıdır. Öğretide de anılan fıkranın uygulanma koşulları uluslar arası temel metinlerden yararlanılarak bu şekilde açıklanmaktadır. ( Prof. Tekin Akıllıoğlu, Age. sh. 7, Yard. Doç. Dr. İbrahim Ercan, Mukayeseli Hukuktaki Düzenlemeler ) Alacaklının muvafakatıyla kararlaştırılan ödeme şartı, geçerli ve kesinleşen icra takibi esnasında yapıldığından, dolayısıyla araya kamu otoritesi girdiğinden, geçerli ve kesinleşen icra takibi esnasında yapıldığından, dolayısıyla araya kamu otoritesi girdiğinden, yükümlülüğün yalnızca sözleşmeden kaynaklandığını kabule olanak bulunmaktadır. Ayrıca, İİY.’nın 340. maddesinde ödeme koşulunun makbul bir sebep olmaksızın ihlali yaptırım altına alınmış olup, bu olgu “yerine getirememeyi” de kapsadığından, taahhüdü ihlal suçunun özgürlüğü bağlayıcı nitelikteki yaptırımın Anayasanın 38. maddesinin 9. fıkrasındaki yasak kapsamında değerlendirilemeyeceği,
İki kurul üyesi ise; Yargıtay C. Başsavcılığı itirazında ileri sürülen görüşlerin haklı nedenlere dayandığı ve itirazın kabulüne karar verilmesi gerektiği görüşüyle karşı oy kullanmışlardır.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle, Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının REDDİNE, dosyanın yerine gönderilmek üzere Yargıtay C. Başsavcılığına tevdiine, 22.1.2002 gününde yasal oyçokluğuyla karar verildi.
T.C.
YARGITAY
10. CEZA DAİRESİ
E. 2001/26608
K. 2002/1513
T. 14.1.2002
• 3167 SAYILI YASAYA AYKIRILIK (Anayasa Değişikliği Neticesinde Sanık Hakkında Ceza Verilememesi)
• ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ (Ekonomik Suçlarda Hapis Cezası Olup Olmayacağının Belirlenmesi)
3167-1/m.11
2709/m.38
ÖZET : 17 Ekim 2001 tarih ve 24556 mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 4709 sayılı Kanunun 15. maddesi ile değiştirilen Anayasanın 38. maddenin son fıkrası karşısında yasal düzenlemenin ne olacağının belirlenmesi açısından acilen uyum yasası çıkartılması zorunluluğu da nazara alınarak sonucun beklenilmesi ve buna göre yeniden takdir ve değerlendirme yapılarak uygulama yapılmasında zorunluluk vardır.
DAVA : 3167 Sayılı Kanuna aykırılıktan sanık MD. nin yapılan yargılanması sonunda; hükümlülüğüne dair BULANCAK Asliye Ceza Mahkemesinden verilen 18.7.2000 gün ve 2000/10 esas, 2000/206 karar sayılı hükmün süresi içinde Yargıtayca incelenmesi sanık tarafından istenilmiş olduğundan dava evrakı C.Başsavcılığının onanma isteyen 14.11.2001 tarihli tebliğnamesiyle daireye gönderilmekle incelenip gereği düşünüldü:
KARAR : 17 Ekim 2001 tarih ve 24556 mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 4709 sayılı Kanunun 15. maddesi ile değiştirilen Anayasanın 38. maddenin son fıkrası karşısında yasal düzenlemenin ne olacağının belirlenmesi açısından acilen uyum yasası çıkartılması zorunluluğu da nazara alınarak sonucun beklenilmesi ve buna göre yeniden takdir ve değerlendirme yapılarak uygulama yapılmasında zorunluluk bulunması,
SONUÇ : Bozmayı gerektirmiş, sanığın temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan başka yönleri incelenmeksizin hükmün BOZULMASINA, 14.1.2002 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
10. CEZA DAİRESİ
E. 2001/12597
K. 2001/22836
T. 23.10.2001
• KARŞILIKSIZ ÇEK ( Anayasa değişikliğinin yargılamaya etkisi )
• ÇEKİN KARŞILIKSIZ ÇIKMASI ( Anayasa değişikliğinin yargılamaya etkisi )
• ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNİN YARGILAMAYA ETKİSİ ( Çek )
3167-1/m.16
ÖZET : Sayılı Kanuna aykırılık suçundan yapılan yargılamada, Anayasa’nın 32. maddesinde yapılan değişikliğin aksettirildiği uyum yasalarının çıkartılması beklenilmelidir.
SUÇ : 3167 sayılı Kanuna aykırılık suçundan sanık Abdil Kaya’nın yapılan yargılanması sonunda; Hükümlülüğüne dair KUMLUCA Ağır Ceza Mahkemesinden verilen 8.3.2000 gün ve 1999/585 esas, 2000/97 karar sayılı hükmün süresi içinde Yargıtay’ca incelenmesi sanık tarafından istenilmiş olduğundan dava evrakı C. Başsavcılığının onanma isteyen tebliğnamesi ile 11.4.2001 tarihinde daireye gönderilmekle incelenip gereği düşünüldü:
KARAR : 17 Ekim 2001 tarih 24556 mükerrer sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 4709 sayılı Kanunun 15. maddesi ile değiştirilen Anayasa’nın 32. maddenin son fıkrası karşısında yasal düzenlemenin ne olacağının belirlenmesi açısından acilen uyum yasası çıkartılması zorunluluğu da nazara alınarak sonucun beklenilmesi ve buna göre yeniden takdir ve değerlendirme yapılarak uygulama yapılmasında zorunluluk bulunması,
SONUÇ : Bozmayı gerektirmiş, sanığın temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülüş olduğundan başka yönleri incelenmeksizin hükmün BOZULMASINA, oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
1. CEZA DAİRESİ
E. 2001/3266
K. 2001/3811
T. 23.10.2001
• ÖLÜM CEZASININ KALDIRILMASI ( Anayasa değişikliğinin yargılamaya etkisi )
• ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNİN YARGILAMAYA ETKİSİ ( Ölüm cezası )
• HÜCRE CEZASI – KAN GÜTME SAİKİ İLE ADAM ÖLDÜRME
• ADAM ÖLDÜRME ( Kan gitme saiki ile )
765/m.450/5,51/2,2/2
2709/m..38
ÖZET : Temel ceza olarak verilebilecek ölüm cezalarının, Anayasa’nın 38. maddesinde yapılan değişiklik sonu, Anayasal geçerliliği kalmayacağından, TBMM’nce ceza yasalarında yapılacak zorunlu uyarlama ve değişimler gözetilerek sanığın öldürme suçlarıyla ilgili olarak Yerel Mahkemece yeniden hüküm kurulması zorunluluğu doğmuştur.
SUÇ : Mehmet Abbas, Kasım Abbas ve Ahmet Abbas’ı kangütme saikiyle taammüden ayrı ayrı öldürmekten ve izinsiz silah taşımaktan sanık Hüseyin Gövce’nin yapılan yargılanması sonunda: 1 yılı geceli – gündüzlü bir hücrede tecrit edilmek suretiyle müebbet ağır hapis cezasıyla hükümlülüğüne, diğer sanıklar Bekir Gövce, Recep Gövce ile Mustafa Poyraz’ın beraatlerine ilişkin ( TOKAT ) Ağır Ceza Mahkemesinden verilen 12.2.2001 gün ve 30/72 sayılı hükmün Yargıtayca incelenmesi sanık Hüseyin ve müdahil Rukiye Abbas taraflarından istenilmiş, sanık Hüseyin duruşma da talep etmiş ve hakkındaki hüküm re’sen temyize tabi bulunmuş olduğundan dava dosyası Cumhuriyet Başsavcılığından tebliğname ile Dairemize gönderilmekle; sanık hakkında duruşmalı, müdahilin temyizi veçhile incelendi ve aşağıdaki karar tesbit edildi.
KARAR : 1- Toplanan deliller karar yerinde incelenip, sanık Hüseyin’in suçlarının sübutu kabul oluşa ve soruşturma sonuçlarına uygun şekilde suç niteliği kangütme saikiyle ve tasarlayarak ayrı kasıt ve fiillerle üç kişi öldürme ve ruhsatsız silah taşıma olarak tayin, tahrike ilişkin cezayı azaltıcı bir sebep bulunmadığı isabetle saptanmış, takdire ilişkin sebebinin nitelik ve derecesi takdir kılınmış, savunması inandırıcı gerekçelerle değerlendirip kısmen kabul ve kısmen reddedilmiş, sanıklar Bekir Gövce, Recep Gövce ve Mustafa Boyraz hakkında yeterli delil elde edilemediğinden beraatlerine karar verilmiş, incelenen dosyaya göre verilen işbu hükümlerde sanık Hüseyin’le ilgili bozma nedenleri dışında isabetsizlik görülmemiş olduğundan sanık Hüseyin müdafiinin temyiz dilekçesinde ve duruşmalı incelemede; TCY.nın 450/5. maddesiyle 51/2. madde ve fıkrasının tatbiki gerektiğine, müdahil vekilinin; maktül Mehmet’in öldürülmesiyle sınırlı olarak sanıklar Bekir, Recep ve Mustafa’nın beraatlerinin yetersizliğine yönelen ve yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle sanıklar Bekir Gövce, Recep Gövce ve Mustafa Boyraz’ın beraatlerine ilişkin hükümlerin tebliğnamedeki düşünce gibi ( ONANMASINA ),
Ancak;
2- Sanık Hüseyin Gövce ile ilgili hükümler yönünden; a ) 17 Ekim 2001 tarihinde yayımlanarak yürürlüğe giren ve TC. Anayasası’nın 38. maddesine; “savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışında ölüm cezası verilemez” hükmünü ekleyen 4709 Sayılı Yasa’nın öngördüğü normlar disiplini karşısında, TCY.nın 2/2. maddesinin lafzı ve ruhu itibariyle Yasanın 450. maddesince temel ceza olarak verilebilecek ölüm cezalarının Anayasal geçerliliği kalmayacağından, TBMM’nce ceza yasalarında yapılacak zorunlu uyarlama ve değişimler gözetilerek sanığın öldürme suçlarıyla ilgili olarak Yerel Mahkemece yeniden hüküm kurulması zorunluluğunun doğması, b ) Kabul ve uygulamaya göre; Müebbet ağır hapisle içtimaı gereken diğer müebbet ağır hapislerin TCY.nın 70 ve muvakkat hürriyeti bağlayıcı cezanın 73. madde uyarınca ayrı ayrı hücre hapsine çevrilmesi ve üç yılı aşamayacak düzeyde bu sürelerin toplamına hükmedilmesi gereğine uyulmayarak yalnız 70. madde mucibince ve tek uygulama ile bir yıl hücreye hükmedilmesi, Normlar hiyerarşisine ve yasaya aykırı bulunmak ve temyiz nedenleri bu yönlerden isabetli görülmekle ceza cins ve süresi itibariyle adam öldürme fiilleri yönünden re’sen de temyize tabi hükümlerle, irtibat yönünden ruhsatsız silah taşıma fiiline ilişkin hükmün 2/b bozması yönünden tebliğnamedeki görüş doğrultusunda ( BOZULMASINA ), oybirliği ile karar verildi.
T.C.
YARGITAY
21. HUKUK DAİRESİ
E. 2000/7262
K. 2000/7540
T. 2.11.2000
• MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT ( İş Kazası Sonucu Malüliyetinden Doğan Maddi ve Manevi Tazminatın Ödetilmesi İstemi )
• ANAYASA HÜKMÜ İLE ULUSLARARASI SÖZLEŞME HÜKÜMLERİNİN ÇATIŞMASI ( Anayasa Hükmüne Geçerlilik Tanınmasının Gerekmesi )
• ULUSLARARASI SÖZLEŞME İLE ANAYASA HÜKÜMLERİNİN ÇATIŞMASI ( Anayasa Hükmüne Geçerlilik Tanınmasının Gerekmesi )
• ANAYASADA YER ALAN HÜKÜMLERİN ÖZELLİĞİ ( Tüm Devlet Organları ile Yargı Kuruluşlarını Bağlaması )
• TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ ( Bir İşçinin TİS Hükümlerinden Yararlanabilmesi İçin O İşçinin TİS e Taraf İşçi Sendikası Üyesi Olmasının Gerekmesi )
• SENDİKA ÜYELİĞİ ( Bir İşçinin TİS Hükümlerinden Yararlanabilmesi İçin O İşçinin TİS e Taraf İşçi Sendikası Üyesi Olmasının Gerekmesi )
2709/m.25,138,11
2822/m.9
2821/m.20,26
1475/m.26
ÖZET : Anayasada yer alan hükümler tüm Devlet organları ile yargı kuruluşlarını bağlar. Kurallar hiyerarşisinde en üst yer Anayasal hükümlere aittir. Böyle olunca; kurallar arasındaki çatışmada önceliğin Anayasal hükümlere verilmesi ve uluslararası bir sözleşme kuralı ile Anayasa hükmünün çatışması halinde, Anayasa hükmüne geçerlik tanınması zorunludur. Anayasanın 138/1. maddesinde, Mahkemelerin bu sıralamayı dikkate alması bir kere daha belirlenmiştir. Bu kurallar sonucu olarak, denilebilir ki, Anayasal hükümlerle çatışan uluslararası bir sözleşme kuralının, Anayasal değişiklik gerçekleşmeden veya Anayasal olur sağlanmadan, Mahkemelerce, doğrudan uygulanması düşünülemez.Öte yandan, uluslararası sözleşmenin iç hukukta yer alan bir yasal kurala göre öncelik ve üstünlük taşıması veya doğrudan uygulanabilmesi uluslararası Andlaşma hükümlerine uygun iç hukukta düzenleme yapılıp yapılmadığı ve bu alanda yasal sistemde boşluk bulunup bulunmadığına bağlıdır.
İşçinin TİS hükümlerinden yararlanabilmesi için; 2822 sayılı Yasanın 9. maddesine göre, o işçinin Toplu İş Sözleşmesine taraf işçi sendikası üyesi olması zorunludur. Üye olmayanlar ise, yasada gösterilen koşulları yerine getirmek suretiyle faydalanabilirler.
DAVA : Davacı, iş kazası sonucu malüliyetinden doğan maddi ve manevi tazminatın ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme ilamında belirtildiği şekilde, isteğin kısmen kabulüne karar vermiştir.
Hükmün davalılardan P……. A.Ş. vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tesbit edildi:
KARAR : 1-Dosyadaki yazılara, toplanan delillere, hükmün dayandığı gerektirici sebeplere göre davalı P……. A.Ş.nin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair itirazları yerinde değildir.
2-Ücrete ilişkin; taraflar arasındaki uyuşmazlık; iş kazasına uğrayan bir kamu kuruluşunun aracısı işçisinin maddi zarar hesabı yapılırken, ücrete esas olarak; gerçek ücret belli iken, “ILO sözleşmesi” gereği, Kamu Kuruluşu İşyerinde uygulanan TİS hükümlerinin doğrudan uygulanıp uygulanmayacağı konusuna ilişkindir. Mahkeme, aracı işçisi için de; kamu kuruluşuna bağlı sendikalı işçiler yönünden uygulanan TİS hükümlerinin aynen uygulanacağını kabul etmiş ve buna göre hesaplama yapan bilirkişi raporunu hükme dayanak yapmıştır. Kısaca Mahkeme, “ILO Sözleşmesi” hükümlerine İç Hukuk’u kurallarını dikkate almadan öncelik vermiştir. Bu tür bir sonuç ise, Anayasal sistemimize ve ücret konusunda egemen İş Hukuku kurallarına uygun düşmemiştir.
Gerçekten; uyuşmazlık konusu olayda; öncelikle çözümlenmesi gereken temel sorun; Uluslararası bir sözleşmenin, İç hukuk sistemimize yansıması ve sözleşme kurallarının iç hukuk kurallarına üstünlük taşıyarak uygulanma önceliği bulunup bulunmadığı konusuna yöneliktir. Bu tür bir konu ise, doğrudan Anayasa Hukuku ve Anayasal sistem açısından değerlendirilmeli ve çözümlenmelidir. Sözü edilen sorun, sadece, ülkemiz açısından değil, uygar ülkeler olarak tanımladığımız, Batı Devletleri açısından da önemli ve tartışmalıdır. Geçen yüzyılın sonlarından beri sürüp giden tartışmaya göre;bu konuda iki görüş çatışmaktadır. Dualistler ( İkilikçiler ) görüşüne göre; “yargı organlarının davranışları bakımından asıl olan ulusal hukuktur. Uluslararası hukuk, ulusal hukukun yanında, zayıf ve bir alt kategori meydana getirir. Uluslararası hukukun iç hukukta uygulanabilir olması ancak, ulusal hukukun uluslararası hukuku açıkça kendi bünyesine almış olmasına bağlıdır.” Kelsen tarafından geliştirilen Monist ( tekçi ) görüşe göre ise, ” Uluslararası hukuk, ulusal hukuka göre, üstün ve ondan daha güçlüdür. İç hukuk uluslararası hukukla çatışıyorsa, bu durum, devleti, uluslararası yükümlülüklerden kurtarmaz ve uluslararası kurallar iç hukuku bağlar.” Devletlerin uygulamaları ise, bu iki okul arasında farklılıklar gösterir. Örneğin,İngiltere, İkilikçi okulun uygulayıcısı olmaktan vazgeçmemiştir.Devleti bağlayan uluslararası kuralların iç hukuktada uygulanacağına ilişkin ayrıca bir düzenleme yapılmamışsa, mahkemeler ulusal hukuku uygulamak zorundadırlar. Buna karşılık, A.B.D. monist sistemini benimsemiştir. Amerikan Anayasasının XI. maddesinin 2.kesimi 1787 yılından beri şu kuralı koymuştur. “Bu Anayasa ve onun gereğince Birleşik Devletler tarafından çıkarılacak bütün yasalar ile Birleşik Devletlerin yetkisi içinde yapılmış ve yapılacak bütün andlaşmalar ülkenin üstün hukuku sayılacaktır” ( Prof.Dr.Mümtüz Soysal, Anayasa Yargısı.An.Mahk. Yayınları No:5 1986, sh: 14-15 ). Alman Hukuk Öğretisi ve Anayasası, Uluslararası hukukun ancak bir kanunla iç devlet hukukuna nakli sağlandıktan sonra,milli mahkemelerce uygulanabileceğini kabul etmiştir. Bunun istisnası, Anayasanın 25. maddesinde yer almıştır. Buna göre; insan haklarının korunmasına yönelik uluslararası kamu hukukunun genel kuralları, Federal Almanya Cumhuriyetinde doğrudan etkili olurlar ve mahkemelerce uygulanırlar ( VIII.Avrupa Anayasa Mahkemeleri Konferansı, An.Mahk. Yayınları No:18 sh.20 ). Avusturya Hukuk sistemi de benzer uygulamayı öngörmektedir. Bu sistemde; “Uluslararası sözleşmeler henüz usulüne göre onanmamışlarsa, onlardan subjektif haklar türetilemez. Dahası, iç hukukun koşulları “sağlanmamış” uluslararası sözleşmeler uygulanmaz. Çünkü değinilen subjektif haklar, uluslararası sözleşmeden de gelse,mutlaka iç hukuk kaynaklı olmalıdır…” ( VIII.Avrupa Anayasa Mahkemeleri Konferansı. An.Mahk. Yay. No:18 sh.96 ).
Türk Anayasal sistemine gelince; 1982 ve daha önce yürürlükte bulunan 1961 Anayasası 90. ve 65. maddelerinde; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir.” kuralını kabul etmekle, dualist sisteme yaklaşmıştır. Anayasa; bir kanunla kabul edilmek koşuluyla, uluslararası sözleşmeyi, iç hukuk düzeninde ancak kanun gücünde bir tasarruf olarak kabul etmiştir. Gerçi anılan Anayasa maddeleri, bu kanunlar hakkında Anayasal Yargı yolunun kapalı olduğunu kabul etmişse de bu durum, anılan tasarrufların kanun üstünde bir güce sahip olduğu veya normlar hiyerarşisi bakımından bir anayasa kuralı gücünde olduğunu göstermez. Nitekim, Anayasamız; sözü edilen uluslararası sözleşmelerin sadece birer yasa olduğunu vurgulamış, bunların iç hukukta, diğer yasalar karşısında uygulanma önceliği ve üstünlüğü olduğu yolunda bir açıklama veya ibareye yer vermemiştir. Şu duruma göre, uluslararası bir sözleşme yöntemine uygun olarak uygulanmaya konmakla bir yasal tasarrufa dönüşür ve iç hukuktaki yasal kurallarla çatıştığında, sorun, Anayasal ilke ve hukukun bu alandaki kuralları dikkate alınarak çözümlenir. Anayasamızın, 11. maddesinde istisnasız kabul ettiği ilkeye göre; Anayasada yer alan hükümlerin tüm Devlet organları ile yargı kuruluşlarını bağlayacağını öngörmüş ve kurallar hiyerarşisinde en üst yeri Anayasal hükümlere vermiştir. Böyle olunca; kurallar arasındaki çatışmada önceliğin Anayasal hükümlere verilmesi ve uluslararası bir sözleşme kuralı ile Anayasa hükmünün çatışması halinde, Anayasa hükmüne geçerlik tanınması zorunludur. Anayasanın 138/1. maddesinde, Mahkemelerin bu sıralamayı dikkate alması bir kere daha belirlenmiştir. Bu kurallar sonucu olarak, denilebilir ki, Anayasal hükümlerle çatışan uluslararası bir sözleşme kuralının, Anayasal değişiklik gerçekleşmeden veya Anayasal olur sağlanmadan, Mahkemelerce, doğrudan uygulanması düşünülemez.Öte yandan, uluslararası sözleşmenin iç hukukta yer alan bir yasal kurala göre öncelik ve üstünlük taşıması veya doğrudan uygulanabilmesi uluslararası Andlaşma hükümlerine uygun iç hukukta düzenleme yapılıp yapılmadığı ve bu alanda yasal sistemde boşluk bulunup bulunmadığına bağlıdır. Gereğinde yasa kurallarının çatışması durumunda uygulanan;
“a )Sonraki norm öncekinin yerini alır ( Lex posterior derogot prıori ),
b )Özel kanun, Genel kanundan önce gelir ( Lex specialıs per generalem non deregatur ),
c )Açık anlamlı norm, kapalı anlamlı norm’dan önce gelir “, ilkeleri de gözetilerek sonuca ulaşılır.
Uyuşmazlık konusu olayda sorun; bir kamu kuruluşundan iş alan aracının ( =taşoronunun ) işçisine uygulanacak ücret konusuna yöneliktir. İşçiye aracı tarafından ödenen ücretin belli olmasına ve bu yönde kamu işvereni ile aracı arasında özel bir sözleşme şartı bulunmamasına karşın, bu ücretin 1949 tarihli ve 1960 yılında onanan ILO sözleşmesi gereği, tazminat hesabında, TIS hükümlerine göre yeniden belirlenip belirlenemiyeceği yönü tartışma konusunu oluşturmaktadır.1960 yılında onaylanan ILO sözleşmesine karşın, iç hukukumuzda işçi ücretlerine ilişkin kural ve esaslar, T.C. Anayasasının; çalışma ve sözleşme hürriyetine ilişkin, 48. ve müteakip, Sendika Kurma hakkına yönelik, 51. ve müteakip, Toplu İş Sözleşme hakkına ilişkin 53. ve devamı maddelerinde belirlenmiştir. Anayasal ilke ve esaslar, uygulanma esas ve koşulları özel yasalarınca belirlenmeden doğrudan uygulanamayacağından bu yönde çıkarılan yasalar soruna açıklık getirmişler ve 25.8.1971 günlü 1475 sayılı İş Kanunu ile 5.5.1983 günlü 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu, işçilere ödenecek ücret konusundaki esasları düzenlenmişlerdir. Buna göre bir işçinin TIS hükümlerinden yararlanabilmesi için; sözü edilen; 2822 sayılı Yasanın 9. maddesine göre, o işçinin Toplu İş Sözleşmesine taraf işçi sendikası üyesi olması zorunludur. Üye olmayanlar ise, yasada gösterilen koşulları yerine getirmek suretiyle faydalanabilirler. Öte yandan, kimlerin sendikalı işçi olabilecekleri, üyelik koşulları v.s. 5.5.1983 günlü 2821 sayılı Sendikalar Kanununun 20. ve müteakip maddelerinde açıkça gösterilmiştir. Bu arada belirtilmelidir ki, 1475 sayılı İş Kanununun ücrete yönelik 26. ve müteakip maddelerinde, kamu kuruluşlarında iş alan aracı işçilerine ödenecek, ücretler konusunda bir ayrıcalığa yer vermemiş, sadece, kamu düzeni gereği olarak, asgari ücretin altında ücretle işçi çalıştırılamayacağı esasını getirmiştir. Şu duruma göre; İç Hukukumuzda uygulanan, Anayasal esas ve ilkelere göre oluşturulan sistem gereği, asgari ücretin altına düşmemek koşuluyla, ücret konusunda işçi ve işverenler arasında akit serbestisi asıldır. Bir işçi hakkında TIS hükümlerinin uygulanması ise, ancak bu alanda mevcut ve yukarıda numara ve adları yazılı yasalardaki özel koşullar yerine getirilmesine bağlıdır. Bu yasalarda; başkaca ayrıcalık ve özel hükümler yer almamış, aksine sistem yasaklanmıştır. Her ne kadar, Milletlerarası Çalışma Teşkilatının 8 Haziran 1949’da Cenevre’de Genel Konferans’ta kabul ettiği ve bir amme makamı tarafından yapılacak mukavelelere konulacak çalışma şartlarına müteallik 94 sayılı Sözleşme T.B.M.M. tarafından onanmış ve bu sözleşmeye katılmak üzere hükümete 14.12.1960 tarihinde 161 no’lu Kanunla yetki verilmişse de, bu sözleşme hükümlerinin İç Hukukumuzda oluşturulmuş Anayasal sisteme uygun düzenlemelerin üzerine çıkması ve öncelik taşıması Anayasal ve yasal değişikliklerin yapılmasından önce mümkün değildir. Gerçekten, sözü edilen uluslararası sözleşme ile Devlet, bir yükümlülük altına girmiştir. Ne var ki, bu sözleşmenin yapılması ve yürürlüğünden sonra, kabul edilen Anayasal kural ve buna bağlı yasalarla, TIS hükümlerinin uygulanacağı kimseler açıkça ortaya konmuş, Devlet bu alandaki tercihini belirlemiştir. Başka bir anlatımla; yukarıda sözü edilen ILO sözleşmesi hükümlerine sonradan yaptığı yasal düzenlemelerde yer vermemiş, TIS hükümlerinden, aracı işçilerinin yararlanacağı yolunda bir ayırımı kabul etmemiştir. Sözleşmeden sonra yapılan Ulusal hukukun açık düzenleme ve kuralları karşısında, artık, uluslararası bir sözleşme kuralına öncelik ve geçerlilik tanınması Anayasal sistemimize ters düşer ve kabul edilemez.
Mahkemenin belirtilen ilke ve esasları dikkate almaksızın sonuca gitmesi usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
O halde, davalı Petkim A.Ş.nin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.
SONUÇ : Hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 2.11.2000 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2010/7-262
K. 2011/35
T. 5.4.2011
• YOKLAMA KAÇAĞI SUÇU ( Askeri Cürüm Olmakla Birlikte Sırf Askeri Suç Olmadığından Bu Suçla İlgili Olarak Suç Tarihi İtibariyle Tayin Olunan Hapis Cezasının Paraya veya Diğer Seçenek Yaptırımlara Çevrilmesinde Yasal Bir Engel Bulunmadığı )
• TEMYİZDE KESİNLİK SINIRI ( Halen Yürürlükte Bulunan 1412 S. CYUY’nın 305. Md.nin 2. Fıkrasının 1. Bendinin Anayasa Mahkemesinin Kararı İle İptal Edilmesinden Sonra Mahkûmiyet Hükümlerinin Hiçbir Miktar Gözetilmeksizin Temyizinin Olanaklı Hale Geldiği )
• ANAYASA MAHKEMESİ İPTAL KARARI ( 1412 S. CYUY’nın 305. Md.nin 2. Fıkrasının 1. Bendinin Anayasa Mahkemesinin Kararı İle İptal Edilmesinden Sonra Mahkûmiyet Hükümlerinin Hiçbir Miktar Gözetilmeksizin Temyizinin Olanaklı Hale Geldiği )
• SEÇENEK YAPTIRIMLAR ( Yoklama Kaçağı Suçu Askeri Cürüm Olmakla Birlikte Sırf Askeri Suç Olmadığından Bu Suçla İlgili Olarak Suç Tarihi İtibariyle Tayin Olunan Hapis Cezasının Paraya veya Diğer Seçenek Yaptırımlara Çevrilebileceği )
• TEMEL HAPİS CEZASINDAN İNDİRİM ( 765 S. TCY İle Buna Bağlı Olarak 647 S. Yasanın Bir Bütün Halinde Uygulanmasının Hem Sonuç Para Cezası Hem de Hükme Temyiz Edilebilirlik Niteliğini Kazandırması Nedeniyle Sanık Lehine Olduğu )
5237/m.5, 50
1632/m.47, Ek.8, Ek.10
647/m.4
ÖZET : 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan 1412 sayılı CYUY’nın 305. maddesinin 2. fıkrasının 1. bendinin, 07.10.2010 tarihinde yürürlüğe giren Anayasa Mahkemesinin 23.07.2009 gün ve 65–114 sayılı kararı ile iptal edilmesinden sonra mahkûmiyet hükümlerinin, hiçbir miktar gözetilmeksizin temyizinin olanaklı hale geldiğinde bir duraksama bulunmamaktadır.
Yoklama kaçağı suçu, askeri cürüm olmakla birlikte, sırf askeri suç olmadığından, bu suçla ilgili olarak 1632 sayılı Askeri Ceza Yasasının 47, Ek 8, Ek 10 ve 5237 sayılı TCY’nın 5. maddeleri uyarınca, suç tarihi itibariyle tayin olunan hapis cezasının, 5237 sayılı TCY’nın 50/1–a ya da 647 sayılı Yasanın 4. maddesindeki paraya veya diğer seçenek yaptırımlara çevrilmesinde yasal bir engel bulunmamaktadır.
1632 sayılı Askeri Ceza Yasasının 49/A maddesi uyarınca hükmedilecek temel hapis cezasından, 765 sayılı TCY’nın 59 veya 5237 sayılı TCY’nın 62. maddesi uyarınca belirlenen oranda indirim yapıldığında, sonuç hapis cezası yönünden herhangi bir değişiklik olmamakla birlikte; 647 sayılı Yasanın 4. maddesi uyarınca uygulama yapılması halinde, hükmolunan kısa süreli hapis cezasının bir günü, suç tarihi itibariyle 11 Liradan, 5237 sayılı TCY’nın 52. maddesi uyarınca uygulama yapılması durumunda ise, 20 Liradan para cezasına çevrileceği ve 647 sayılı Yasanın 4/4. maddesindeki “uygulamada asıl mahkûmiyet, bu madde hükümlerine göre çevrilen para cezası veya tedbirdir, bu hükmün uygulanması, kanun yollarına başvurmada engel teşkil etmez” hükmü karşısında, 765 sayılı TCY ile buna bağlı olarak 647 sayılı Yasanın bir bütün halinde uygulanmasının, hem sonuç para cezası, hem de hükme temyiz edilebilirlik niteliğini kazandırması nedeniyle sanık lehine olduğu görülmektedir.
DAVA : Yoklama kaçağı suçundan sanık O. Ü.’ün, 1632 sayılı Askeri Ceza Yasasının 63/1–A, 5237 sayılı TCY’nın 62, 50/1–a ve 52/4. maddeleri uyarınca 1.500 YTL adli para cezası ile cezalandırılmasına ilişkin, Pendik 2. Sulh Ceza Mahkemesince verilen 01.11.2007 gün ve 2–555 sayılı hüküm, o yer Cumhuriyet savcısı ve sanık tarafından temyiz edilmiş, yerel mahkemece 12.12.2007 gün ve 2–555 sayılı ek kararla; “verilen hükmün kesin nitelikte olduğu” gerekçesiyle o yer Cumhuriyet savcısının temyiz istemi reddedilmiş, red kararının da, o yer Cumhuriyet savcısınca temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 7. Ceza Dairesince 11.10.2010 gün ve 9539–14998 sayı ile;
“… 01.11.2007 tarihli karara karşı o yer Cumhuriyet savcısı tarafından yasal süresi içerisinde temyiz yoluna başvurulması üzerine, 12.12.2007 tarihli ek karar ile, hükmolunan cezanın kesin nitelikte olduğu ve hükmün temyizinin olanaklı olmadığından bahisle temyiz talebi kanuna uygun olarak reddedilmiş ise de; Anayasa Mahkemesinin 23.07.2009 tarih ve 2006/65 E., 2009/114 K. sayılı kararı ile, 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi gereğince halen yürürlükte bulunan 1412 sayılı CMUK’nın 305. maddesinin 1 numaralı alt bendinin iptaline karar verilmiş olması ve temyiz inceleme günü itibariyle sözü edilen iptal kararının yürürlükte bulunması karşısında, temyiz incelemesine engel kesinlik sınırını düzenleyen bir hüküm bulunmadığından, mahkemenin temyiz talebinin reddine dair 12.12.2007 tarihli ek kararı kaldırılarak, O yer Cumhuriyet Savcısı ile sanığın 01.11.2007 tarihli ilk karara yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde;
5271 sayılı CMK’nın, 5560 sayılı Yasa ile değişik 231. maddesinin 5 ve 14. fıkralarında değişiklik yapan 5728 sayılı Yasanın 562. maddesi uyarınca hükmün açıklanmasının geri bırakılması uygulaması olanaklı hale geldiğinden, 5237 sayılı TCK’nın 7. maddesi gözetilerek ve suç tarihinin 1632 sayılı Yasaya, 5739 sayılı Yasanın 1. maddesi ile eklenen Ek 10. maddenin yürürlük tarihi olan 01.03.2008 tarihinden önceki bir tarih olduğu da dikkate alınarak, yasal koşullarının oluşup oluşmadığı saptanıp sonucuna göre uygulama yapılması zorunluluğu…”,
Gerekçesiyle diğer yönleri incelenmeyen hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca 20.12.2010 gün ve 100540 sayı ile;
“… 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi gereğince halen yürürlükte bulunan 1412 sayılı CMUK’nın 305/2–1. maddesi gereğince ikibin liraya ( ikibin lira dâhil ) kadar adli para cezasını içeren hükümlerin temyiz kabiliyeti bulunmamaktadır.
Temyiz edilebilirlik sınırının belirlenmesinde Ceza Genel Kurulunun 19.09.2006/180–195 ve 21.06.2005/61–82 gün ve sayılı kararlarıyla konulmuş ilkeler nazara alınarak hükmün temyiz kabiliyetinin olup olmadığı hüküm tarihindeki yasal düzenlemeler dikkate alınarak belirlenmektedir.
Sanığın asıl mahkûmiyeti, TCK’nın 50/5. maddesi gereğince kısa süreli hapis cezasından çevrilen adli para cezasıdır. Adli para cezası 2.000 TL sınırını aşmadığından temyiz kabiliyeti bulunmamaktadır. Kaldı ki suç vasfına yönelik temyiz bulunmayıp eylemin başka bir suça dönüşmesi de mümkün görülmemektedir.
‘Usul hükümleri derhal yürürlüğe girer’ kuralı, usul kurallarının yürürlüğe girmesinden sonraki hükümler yönünden geçerlidir. Anayasa Mahkemesi kararı, temyiz talebinin reddi kararından sonraki bir tarihte verilmiştir. Kaldı ki Anayasa Mahkemesi 23.07.2009 tarih ve 2006/65–2009/114 sayılı kararında, iptal kararının Resmi Gazete’de yayımından bir yıl sonra yürürlüğe girmesine karar vermiştir. Anayasanın 153. maddesinin 5. fıkrası uyarınca, iptal kararları geriye yürümez” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurularak; “suç vasfına ilişkin temyizin de bulunmaması nedeniyle kesinlik sınırları içinde kalan hükme yönelik Yargıtay 7. Ceza Dairesince verilen 11.10.2010 gün ve 9539–14998 sayılı kararın kaldırılarak, sanığın temyiz isteminin reddine, O yer Cumhuriyet savcısının temyiz talebinin reddine ilişkin kararın ise onanmasına karar verilmesi…” isteminde bulunulmuştur.
Yargıtay Birinci Başkanlığı’na gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır:
KARAR : Yargıtay Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; Anayasa Mahkemesi’nin 23.07.2009 gün ve 65–114 sayılı iptal kararının 07.10.2010 tarihinde yürürlüğe girmiş olması karşısında, anılan karardan önce verilen kesin nitelikteki hükümlerin de bu karar kapsamında temyizinin olanaklı hale gelip gelmediğinin belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya içeriğine göre;
Kara Kuvvetleri Komutanlığı 12. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı Ağrı Askeri Savcılığı tarafından, 11.07.2005 gün ve 761 sayılı iddianame ile; sanığın, yoklama kaçağı suçundan, 1632 sayılı Askeri Ceza Yasasının 63/1–A maddesi uyarınca cezalandırılması istemiyle kamu davasının açıldığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı 12. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı Ağrı Askeri Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda, sanığın atılı suçtan mahkûmiyetine karar verildiği,
Sanığın temyizi üzerine dosyayı inceleyen Askeri Yargıtay’ca eksik soruşturma nedeniyle hükmün bozulduğu,
Bozma üzerine yargılama yapan Kara Kuvvetleri Komutanlığı 12. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı Ağrı Askeri Mahkemesince bu kez, yeni yasal düzenlemelerin yürürlüğe girmiş olması nedeniyle görevsizlik kararı verilerek, dosyanın görevli ve yetkili Pendik 2. Sulh Ceza Mahkemesine gönderildiği,
Pendik 2. Sulh Ceza Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda da; sanığın suçu sabit kabul edilerek; 1632 sayılı Askeri Ceza Yasasının 63/1–A ve 5237 sayılı TCY’nın 62. maddeleri uyarınca 2 ay 15 gün hapis cezasıyla cezalandırılmasına ve bu cezanın, aynı Yasanın 50/1–a maddesi uyarınca adli para cezasına çevrilmesi sonucu 1.500 Lira adli para cezası ile cezalandırılmasına ve anılan Yasanın 52/4. maddesi uyarınca da taksitlendirilmesine kesin olarak karar verildiği,
O yer Cumhuriyet savcısı ile sanığın; “765 sayılı TCY hükümlerinin sanık lehine olduğu” gerekçesi ile anılan hükmü temyiz etmeleri üzerine, Pendik 2. Sulh Ceza Mahkemesince; “verilen hükmün kesin nitelikte olduğu”ndan bahisle, 5271 sayılı CYY’nın 276. maddesi uyarınca o yer Cumhuriyet savcısının temyiz isteminin reddine karar verildiği,
Red kararının da; suç vasfına yönelik temyiz talebinin reddine karar verilmesinin usul ve yasaya aykırı olduğu” gerekçesi ile o yer Cumhuriyet savcısınca temyiz edilmesi üzerine; dosyayı inceleyen Yargıtay 7. Ceza Dairesince;
“… Anayasa Mahkemesince, 5320 sayılı Yasanın 8. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan 1412 sayılı CYUY’nın 305/2–1. maddesinin iptaline karar verildiği, temyiz inceleme günü itibariyle, söz konusu iptal kararının yürürlükte olduğu ve kesinlik sınırını düzenleyen engel bulunmadığından, yerel mahkemenin temyiz isteminin reddine ilişkin kararı kaldırılarak 5237 sayılı CYY’nın 231. maddesinin değerlendirilmesi yönünden hükmün bozulmasına…” karar verildiği,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca ise; “… Anayasa Mahkemesinin iptal kararla¬rının geriye yürüyemeyeceği, bu nedenle hüküm tarihi itibariyle kesinlik sınırı içinde kalan hükme yönelik temyiz isteminin reddine ilişkin yerel mahkeme kararının isabetli olduğundan onanması, sanığın temyiz isteminin ise reddine karar verilmesi gerektiği” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurulduğu anlaşılmaktadır.
5320 sayılı Yasanın 8. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan 1412 sayılı CYUY’nın 305. maddesine göre, ceza mahkemelerinden verilen hükümler temyiz yasa yoluna tabidir.
Hükümler ise, 5271 sayılı CYY’nın 223. maddesinde; “beraat, ceza verilmesine yer olmadığı, mahkûmiyet, güvenlik tedbirine hükmedilmesi, davanın reddi, davanın düşmesi ve adli yargı dışındaki bir yargı merciine yönelik görevsizlik kararı” olarak gösterilmiştir.
1412 sayılı CYUY’nın 305. maddesi uyarınca yukarıda sayılan hükümlerden birinin verilmesi durumunda, kural olarak bu kararlara karşı başvurulabilecek olağan yasa yolu temyizdir. Ancak yasa koyucu, yine aynı maddede; bir kısım hükümlerin kesin olduğunu belirtmek suretiyle bu hükümlere karşı temyiz yasa yoluna başvurulamayacağını, yalnızca yasa yararına bozma yasa yoluna başvurulabileceğini belirtmiştir. Buna göre; iki milyar liraya kadar ( iki milyar dâhil ) para cezalarına dair hükümler ile yukarı sınırı on milyar lirayı geçmeyen para cezasını gerektiren suçlardan dolayı verilen beraat hükümleri ve yasalarda kesin olduğu açıkça belirtilen hükümlerin temyiz yeteneği bulunmamaktadır.
O halde 1412 sayılı CYUY’nın 305. maddesinin 1. fıkrasındaki kesinlik sınırını, maddede belirtilen kesinlik sınırları içinde kalmak koşuluyla, başkaca hiçbir hak kısıtlaması sonucunu doğurmayan, para cezasına ilişkin veya para cezası öngörülmüş hükümlerle sınırlı olarak yorumlamak, yasanın ruhuna ve uluslararası sözleşmelerle getirilen ilkelere daha uygun bir çözüm olacaktır.
Öte yandan, 647 sayılı Yasanın yürürlükte olduğu dönemde işlenen suçlar yönünden, aynı Yasanın 4. maddesi uygulanmak suretiyle kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezadan çevrilen para cezalarının, anılan maddenin 4. fıkrasındaki; “bu hükmün uygulanması, kanun yollarına başvurmada engel teşkil etmez” hükmü uyarınca, miktarına bakılmaksızın temyizi olanaklı ise de, kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların paraya veya maddede yazılı diğer tedbirlerden birine çevrilmesi yönünde 647 sayılı Yasanın 4. maddesindeki ilkelere benzer şekilde yer veren 5237 sayılı TCY’nın 50. maddesinde, “uygulamada asıl mahkûmiyet, bu madde hükümlerine göre çevrilen adli para cezası veya tedbirdir” hükmüne yer verilmesine karşın, “bu hükmün uygulanması, kanun yollarına başvurmada engel teşkil etmez” düzenlemesine yer verilmemesi nedeniyle 5237 sayılı TCY’nın 50. maddesi uyarınca kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaya seçenek olarak veya anılan Yasanın 52. maddesi uyarınca doğrudan hükmedilen 2.000 Lirayı aşmayan adli para cezalarına ilişkin hükümlerin temyiz yeteneği bulunmamaktadır.
5271 sayılı CYY’nın 223 ve 1412 sayılı CYUY’nın 305. maddeleri, yargısal kararlarda varılan ilkeler de dikkate alınmak suretiyle değerlendirildiğinde, varılan sonuçları şu şekilde özetlemek mümkündür:
1- Mahkemelerce doğru uygulama yapıldığında temyiz incelemesine konu olabilecek bir eylemde, suç niteliği doğru belirlenmesine karşın, yanılgılı bir uygulama ile kesinlik sınırı içinde kalan bir cezanın verilmesi halinde, bu gibi hükümler, başvuru üzerine temyiz denetimine konu olabilecektir.
2- Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 13.12.2005 gün ve 134–163 sayılı kararı başta olmak üzere birçok kararında da vurgulandığı üzere, 647 sayılı Yasanın 4. maddesi uygulanmak suretiyle tayin olunan sonuç adli para cezasının miktarına bakılmaksızın, maddedeki; “bu hükmün uygulanması kanun yollarına başvurmada engel teşkil etmez” düzenlemesi uyarınca temyizi olanaklıdır.
3- 5237 sayılı TCY’nın 50 veya 52. maddeleri uygulanmak suretiyle hükmolunan ve başkaca herhangi bir hak kısıtlaması doğurmayan 2000 Liraya kadar ( 2000 Lira dâhil ) adli para cezasına ilişkin mahkûmiyet hükümleri kesindir.
4- Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 25.11.2005 gün ve 140–143 sayılı kararı uyarınca, gerek bir mahkûmiyete ek, gerekse bağımsız olarak hükmedilen güvenlik tedbirleri, kesin nitelikteki hükümlere de her yönüyle temyiz edilebilirlik niteliği kazandıracaktır.
5- Ön ödeme nedeniyle verilen düşme kararlarında temyiz sınırının belirlenmesinde, ön ödeme miktarının dikkate alınması gereklidir.
6- Kesin nitelikteki hükümler ancak kesinlik sınırını aşar nitelikte yaptırım içermek koşuluyla suç vasfına yönelik temyiz üzerine, bu hususla sınırlı biçimde temyiz incelemesine konu olabilecektir.
Bu açıklamalar ışığında değerlendirme yapıldığında;
5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi uyarınca halen yürürlükte bulunan 1412 sayılı CYUY’nın 305. maddesinin 2. fıkrasının 1. bendinin, 07.10.2010 tarihinde yürürlüğe giren Anayasa Mahkemesinin 23.07.2009 gün ve 65–114 sayılı kararı ile iptal edilmesinden sonra mahkûmiyet hükümlerinin, hiçbir miktar gözetilmeksizin temyizinin olanaklı hale geldiğinde bir duraksama bulunmamaktadır.
Uyuşmazlık, somut olayda olduğu gibi, söz konusu iptal kararının yürürlüğe girmesinden önce kesin olarak verilen hükümlere ilişkin olup, bu sorunun da usul yasalarının zaman bakımından uygulanması ile ilgili ilkeler çerçevesinde çözümlenmesi gerekmektedir.
Usul yasalarının zaman bakımından uygulanmasında asıl olan, aksi yasalarda açıkça düzenlenmiş olmadıkça “derhal uygulama” ilkesidir.
Bu ilkenin sonucu olarak da;
“1- Usul işlemlerinin, mutlaka yürürlükteki yasaya göre yapılması,
2- Yürürlükteki yasaya göre yapılmış işlemlerin, sonradan yürürlüğe giren yasa nedeniyle geçerliliğini yitirmeyeceği,
3- Yeni yasanın yürürlüğünden sonra yapılması gereken usul işlemlerinin ise yeni yasaya tabi olacağı,
4- Yeni yasanın uygulanmasında sanığın leh veya aleyhine sonuç doğurmasına bakılmayacağı” şeklindeki Ceza Genel Kurulunun 30.09.2003 gün ve 226–229, 27.01.2004 gün ve 3–14 sayılı kararları ile, “iptal kararları geriye yürümez” şeklindeki Anayasanın 153. maddesinin 5. fıkrasının açık hükmü karşısında; hükmün kesin nitelikte olup olmadığının, iptal kararıyla ortaya çıkan yeni duruma göre değil, verildiği dönemdeki usul hükümlerine göre belirlenmesi gerekmektedir.
Buna göre; Pendik 2. Sulh Ceza Mahkemesinin 01.11.2007 gün, 2–555 sayı ve 1632 sayılı Askeri Ceza Yasasının 63/1–A, 5237 sayılı TCY’nın 62, 50/1–a ve 52/4. maddeleri uyarınca sonuç 1.500 YTL adli para cezasından ibaret mahkûmiyet hükmünün, verildiği 01.11.2007 tarihi itibariyle kesin nitelikte olduğu tartışmasızdır.
Ancak yoklama kaçağı suçu, askeri cürüm olmakla birlikte, sırf askeri suç olmadığından, bu suçla ilgili olarak 1632 sayılı Askeri Ceza Yasasının 47, Ek 8, Ek 10 ve 5237 sayılı TCY’nın 5. maddeleri uyarınca, suç tarihi itibariyle tayin olunan hapis cezasının, 5237 sayılı TCY’nın 50/1–a ya da 647 sayılı Yasanın 4. maddesindeki paraya veya diğer seçenek yaptırımlara çevrilmesinde yasal bir engel bulunmamaktadır.
1632 sayılı Askeri Ceza Yasasının 49/A maddesi uyarınca hükmedilecek temel hapis cezasından, 765 sayılı TCY’nın 59 veya 5237 sayılı TCY’nın 62. maddesi uyarınca belirlenen oranda indirim yapıldığında, sonuç hapis cezası yönünden herhangi bir değişiklik olmamakla birlikte; 647 sayılı Yasanın 4. maddesi uyarınca uygulama yapılması halinde, hükmolunan kısa süreli hapis cezasının bir günü, suç tarihi itibariyle 11 Liradan, 5237 sayılı TCY’nın 52. maddesi uyarınca uygulama yapılması durumunda ise, 20 Liradan para cezasına çevrileceği ve 647 sayılı Yasanın 4/4. maddesindeki “uygulamada asıl mahkûmiyet, bu madde hüküm¬lerine göre çevrilen para cezası veya tedbirdir, bu hükmün uygulanması, kanun yollarına başvurmada engel teşkil etmez” hükmü karşısında, 765 sayılı TCY ile buna bağlı olarak 647 sayılı Yasanın bir bütün halinde uygulanmasının, hem sonuç para cezası, hem de hükme temyiz edilebilirlik niteliğini kazandırması nedeniyle sanık lehine olduğu görülmektedir.
Nitekim o yer Cumhuriyet savcısının temyizinin de, hükmü temyiz edilebilir kılacak şekilde;“sanık hakkındaki lehe yasanın 765 sayılı TCY olacağı”na ilişkin bulunmasına göre, somut olayda; Yargıtay 7. Ceza Dairesince; Anayasa Mahkemesinin 23.07.2009 gün ve 65-114 sayılı iptal kararının geriye yürüyeceğinin kabulü ile, temyiz isteminin reddi kararının kaldırılıp temyiz incelemesi yapılması, gerekçe yönünden isabetsiz ise de, o yer Cumhuriyet savcısının temyizinin kapsamı ile Ceza Genel Kurulunun yerleşik ve tartışmasız uygulamaları gözetildiğinde, Özel Daire kararı sonucu itibariyle doğru olduğundan, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının bu gerekçelerle reddine karar verilmesi gerekmektedir.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının REDDİNE,
2- Dosyanın, Yargıtay 7. Ceza Dairesi’nin 23.07.2009 gün ve 65–114 sayılı bozma ilamı doğrultusunda işlem yapılması için Pendik 2. Sulh Ceza Mahkemesi’ne gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na TEVDİİNE, 05.04.2011 günü yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2005/21-369
K. 2005/410
T. 22.6.2005
• ÖLÜM AYLIĞI BAĞLANMASINI İSTEMİ ( Bozma Kararından Sonra Anayasa Mahkemesi İptal Kararına Dayanıldığı – Yeni Bir Hükmün Varlığı Nedeniyle Dosyanın Özel Dairesine Gönderilmesi Gerektiği )
• ANAYASA MAHKEMESİ İPTAL KARARI ( Bozma Kararından Sonra Anayasa Mahkemesi İptal Kararına Dayanıldığı – Yeni Bir Hükmün Varlığı Nedeniyle Dosyanın Özel Dairesine Gönderilmesi Gerektiği )
• YENİ HÜKÜM ( Bozma Kararından Sonra Anayasa Mahkemesi İptal Kararına Dayanıldığı/Dosyanın Özel Dairesine Gönderilmesi Gerektiği – Ölüm Aylığı Bağlanması İstemi )
1479/m.41
ÖZET : Davacı, Tarım Bağ-Kur sigortalısı eşinden dolayı ölüm aylığı bağlanmasını istemektedir. Mahkemece, 3 yıl prim koşulunu 5 yıl olarak değiştiren 619 sayılı KHK’nin Anayasa Mahkemesince iptal edildiği ve murisin 4 yılın üzerinde sigortalığının bulunduğu belirtilerek istemin kabulüne karar verilmiş, hüküm Özel Dairece bozulmuştur.
Yerel mahkemece verilen direnme kararında, bozma kararından sonra olmak üzere Anayasa Mahkemesince verilen 24.06.2004 tarih ve 2004/18 Esas 2004/89 Karar sayılı, 4956 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu Kanununun ve Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi, Yürürlükten kaldırılması ve Bu Kanunlara Geçici Maddeler Eklenmesi Hakkında Kanun’un; 57.maddesinin ( b ) bendinin 1479 sayılı Yasa’nın 41.Maddesinin birinci fıkrasının 4956 sayılı Yasanın 21.maddesi ile değiştirilen ( a ) bendi yönünden Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline ilişkin, 23 Kasım 2004 tarih ve 25649 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan kararına dayanılmış olması karşısında, usul ve yasaya uygun bir direnme kararı mevcut olmayıp, yeni bir hükmün varlığının kabulü gerekecektir. Belirtilen nedenlerle, yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosya Özel Dairesine gönderilmelidir.
DAVA : Taraflar arasındaki “tespit” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Balıkesir İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 19.06.2003 gün ve 2003/90 E- 203 K.sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 21.Hukuk Dairesinin 28.10.2003 gün ve 7832-8550 sayılı ilamı ile;
( … Mahkemece davacı eş Mefkure Kalkan’ın davasının kabulü ile kurum işlemi iptal edilerek ölüm aylığı bağlanması gerektiğinin tesbitine karar verilmiş ise de bu sonuç usul ve yasaya uygun bulunmamaktadır.
Davanın yasal dayanağını oluşturan 1479 sayılı Yasanın 41.maddesinde yer alan “üç tam yıl” ibaresini “beş tam yıl” olarak değiştiren 619 sayılı KHK’nın 19.maddesinin Anayasa Mahkemesinin iptal kararın ile yürürlükten kalktığı doğrudur. Ancak 4956 sayılı Yasanın 21.maddesi ile 1479 sayılı Yasanın 41.maddesi 2. kez değiştirilmiş ve ölüm aylığı için ”beş tam yıl” sigorta primi ödemiş olmak koşulu yeniden getirilmiştir. 4956 sayılı Yasanın 57.maddesine göre ise yasanın bu hükmü 08.08.2001 tarihinden geçerli olmak üzere 02.08.2003 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Somut olayda da, davacılar murisi Yaşar Kalkan 01.01.1999-20.01.2002 tarihleri arasında 3 yıl 19 gün Bağ-Kur sigortalısı, 16 gün SSK sigortalısı, 1 yıl 8 ay askerlik hizmeti olup toplam 4 yıl 9 ay 5 gün hizmeti vardır. Muris 20.1.2002 tarihinde öldüğüne göre 4956 sayılı Yasanın getirdiği hükümlere tabidir. Başka bir anlatımla ölüm aylığının bağlanması için beş tam yıl prim ödeme koşulu gerçekleşmemektedir.
Mahkemece, bu maddi ve hukuki olgular gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
O halde davalının bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır… ),
Gerekçesiyle bozularak dosya mahalline geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonucunda, mahkemece direnme kararı verilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Davacı, Tarım Bağ-Kur sigortalısı eşinden dolayı ölüm aylığı bağlanmasını istenmekte olup, mahkemece, 3 yıl prim koşulunu 5 yıl olarak değiştiren 619 sayılı KHK’nin Anayasa Mahkemesince iptal edildiği ve murisin 4 yılın üzerinde sigortalığının bulunduğu belirtilerek istemin kabulüne karar verilmiş, hüküm Özel Dairece yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmuştur.
Yerel mahkemece verilen direnme kararında, bozma kararından sonra olmak üzere Anayasa Mahkemesince verilen 24.06.2004 tarih ve 2004/18 Esas 2004/89 Karar sayılı, 4956 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu Kanununun ve Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanununun Bazı Maddelerinin Değiştirilmesi, Yürürlükten kaldırılması ve Bu Kanunlara Geçici Maddeler Eklenmesi Hakkında Kanun’un; 57.maddesinin ( b ) bendinin 1479 sayılı Yasa’nın 41.Maddesinin birinci fıkrasının 4956 sayılı Yasanın 21.maddesi ile değiştirilen ( a ) bendi yönünden Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline ilişkin, 23 Kasım 2004 tarih ve 25649 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan kararına dayanılmış olması karşısında, usul ve yasaya uygun bir direnme kararı mevcut olmayıp, yeni bir hükmün varlığının kabulü gerekecektir.
Belirtilen nedenlerle, yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosya Özel Dairesine gönderilmelidir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 21.HUKUK DAİRESİNE gönderilmesine, 22.06.2005 gününde oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2000/1-1099
K. 2000/1131
T. 20.9.2000
• ELATMANIN ÖNLENMESİ ( Vakıflar Genel Müdürlüğünün Mazbut ve Mülhak Vakıflara Ait Gayrımenkullere İlişkin Kira Sözleşmelerinin Yürürlük Tarihinden İtibaren Üç Ay Sonra Yürürlüğe Girmesi )
• MAZBUT VE MÜLHAK VAKIFLAR ( Yeni Yasanın Yürürlük Tarihi )
• KİRA SÖZLEŞMELERİ ( Yasada Öngörülen Sürelerin ve Açılacak Davaların Tamamen Yeni Yapılacak Kira Sözleşmelerine İlişkin Olması )
• ANAYASA MAHKEMESİ KARARLARININ GERİYE YÜRÜMEZLİĞİ ( Yasada Öngörülen Sürelerin ve Açılacak Davaların Tamamen Yeni Yapılacak Kira Sözleşmelerine İlişkin Olması )
• KAZANILMIŞ HAKLAR ( Yasada Öngörülen Sürelerin ve Açılacak Davaların Tamamen Yeni Yapılacak Kira Sözleşmelerine İlişkin Olması )
2709/m.2,153
6570/m./6
4331/m.6
ÖZET : Vakıflar Genel Müdürlüğünün mazbut ve mülhak vakıflara ait gayrimenkullere ilişkin kira sözleşmeleri bu maddenin yürürlük tarihinden itibaren üç ay sonra sona erer. 4331 sayılı Kanunun 6. maddesinin 2. ve 3. fıkralarında öngörülen süreler ve açılacak davalar tamamen yeni yapılacak kira sözleşmelerine ilişkin olduğundan son bulan kira sözleşmelerine ait bir uyuşmazlık olarak değerlendirilemez.
DAVA : Taraflar arasındaki “elatmanın önlenmesi ve ecrimisil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Asliye 29. Hukuk Mahkemesi’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 14/07/1999 gün ve 1998/817-1999/448 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 09/02/2000 gün ve 2000/743-1226 sayılı ilamiyle; ( …Vakıf taşınmazlara ilişkin kira sözleşmelerine son vermek amacıyla Tabii Afetlerden Zarar Gören Taşınmazların Afet Öncesi Kiracılarına Kiracılık Hakkı Tanınması ve Devam Etmekte olan Kira Sözleşmelerinin Sona Erdirilmesi ile ilgili olarak 6570 sayılı Gayrimenkul Kiraları Hakkında Kanuna Ek Bir Geçici Madde Eklenmesine Dair 4331 sayılı Kanun 23/01/1998 tarihinde kabul edilip 27/01/1998 tarihli resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe konulmuştur.
Söz konusu kanunun 2. maddesiyle 6570 sayılı gayrimenkul kiraları hakkındaki kanuna eklenen geçici 6. maddenin birinci fıkrasında “Vakıflar Genel Müdürlüğünün mazbut ve mülhak vakıflara ait gayrimenkullere ilişkin kira sözleşmeleri bu maddenin yürürlük tarihinden itibaren üç ay sonra sona erer” hükmü getirilmek suretiyle mevcut kira sözleşmelerine son verilmiştir. Bu açık hükümden anlaşılacağı üzere kira sözleşmelerinin belirtilen tarihte sona ermesi hiçbir taraf işlemine veya herhangi bir koşula bağlı tutulmamıştır. Esasen kanun koyucunun amacı devam eden kira sözleşmelerini ortadan kaldırmak, tarafların anlaşmaları halinde yeni kira sözleşmelerinin yapılmasını sağlamaktan ibarettir.
Maddenin daha sonraki fıkralarında ise yeniden yapılacak kira sözleşmelerinin nasıl yapılması gerektiği ve yapılma süreleri açıklanmış ayrıca kanun gereği kira sözleşmeleri son bulan kiracılara idarece önerilen koşulları ve kira bedelini kabul ettikleri takdirde yeni kira sözleşmeleri yapmaları için öncelik hakkı tanınmış öngörülen koşullarda ve sürede yeni kira sözleşmesi yapmayan kiracıların da ne şekilde tahliye edilecekleri hükme bağlanmıştır.
O halde geçici 6. maddenin birinci fıkrası hükmüyle, kira sözleşmeleri son bulan kiracıların sonra gelen fıkralarda belirtilen sürede ve koşullarda yeni kira sözleşmeleri yapmamaları halinde haksız el atan ( Fuzuli şagil ) durumuna düşeceklerinde kuşku yoktur. Daha açık bir anlatımla 4331 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 27/01/1998 tarihinden itibaren üç ay içerisinde Vakıflar Genel Müdürlüğü veya mütevellilerince rayiç yada emsal bedellere uygun olarak yeni kira bedeli koşulları tesbit edilip kendilerine tebliğ edilmesine karşın üç ayı takip eden otuz gün içerisinde kira sözleşmesi yapmayan eski kiracıların önceki kira sözleşmelerine dayanarak hak iddia edemeyecekleri açıktır.
Ne var ki, 4331 sayılı Kanun Anayasa Mahkemesinin 20/05/1998 tarih 1998/10 esas 1998/18 karar sayılı ilamı ile iptal edilmiş; aynı zamanda iptal kararının resmi gazetede yayınlanacağı güne kadar ( 1998/3-2 karar sayısı ile ) yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmiş bu karar 20/05/1998 iptal kararı ise 12/12/1998 tarihli resmi gazetede yayımlanarak infaz edilebilir hale gelmiştir.
Hemen belirtmek gerekir ki iptal edilen kanuna göre oluşan kazanılmış hakların korunması buna bağlı olarak hukuka ve devlete güvenin sağlanması, hukuk devletinin en önemli amaçlarından olan huzurlu ve istikrarlı bir ortamın yaratılması için Anayasanın 153/5. maddesi ile iptal kararlarının geriye yürüyemeyeceği kuralı kabul edilmiştir. Nitekim değinilen bu kural ( keyfi tasarrufları ve haksız kazançları önlemek; adalet ilkesini gerçekleştirmek gibi bazı istisnalar dışında )tüm Yüksek Mahkemelerce aynen kabul edilerek uygulana gelmektedir.
Yine uygulamada ve doktrinde; devam eden uyuşmazlıklar ve tamamlanmamış hukuki durumlara yeni yasa veya düzenleyici kuralın derhal yürürlüğe girme ( Leffet immediat dela loi novelle ) niteliği nedeniyle uygulanacağı görüşü benimsenmiş olmakla yukarıda değinilen 6. maddenin birinci fıkrası hükmü vakıf taşınmazlara ait kira sözleşmelerini 27/04/1998 tarihinde sona erdirip işlevini tamamlamış ve hukuki sonucunu doğurmuştur. Bu itibarla belirtilen tarihten sonra devam eden bir hukuki münasebetin ( kira ilişkisinin ) veya taraflar arasındaki çekişmenin varlığı kabul edilemez. Bunun yanında kira sözleşmeleri bir taraf işlemini veya koşulu gerektirmeksizin kanun gereği sona erdiklerinden önceki sözleşmeler hakkında mahkemelere başvurma olanağı da bulunmamaktadır. 4331 sayılı Kanunun 6. maddesinin 2. Ve 3. fıkralarında öngörülen süreler ve açılacak davalar ise tamamen yeni yapılacak kira sözleşmelerine ilişkin olduğundan son bulan kira sözleşmelerine ait bir uyuşmazlık olarak değerlendirilemez.
Açıklanan ilkeler gözetildiğinde iptal kararının geriye yürümesini zorunlu kılan bir nedenden söz etme olanağı yoktur. Aksinin kabulü Anayasanın 153/5. maddesine ve kazanılmış hak kuralına ters düşen bir sonuç ortaya çıkarır.
Somut olayda; davalıya yöntemine uygun biçimde gerekli tebligat yapılmış, davalı da süresi içerisinde 15/05/1998 tarih ve 1999/47 esas sayısı ile bildirilen kira bedelinin indirilmesi hakkında dava açmıştır. Bu durumda davalı haksız işgalci sayılamayacağından davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir…. ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, mahkeme kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına Hukuk Genel Kurulu’nun 05/04/2000 gün 2000/1-745 E, 734 Karar sayılı kararında benimsendiği üzere kira bedelinin tenzili konulu davanın yasal süre içerisinde açılmış bulunması nedeniyle HUMK.nun 202/II, III maddeleri anlamında savunmanın genişletilmesi yasağından söz edilemeyeceğine göre, usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararının onanması gerekir.
SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 20/09/2000 gününde oybirliği ile karar verildi.