Anayasaya Aykırılık Hakkında Yargıtay Kararları
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2001/10-249
K. 2001/257
T. 20.11.2001
• BORÇTAN DOLAYI HÜRRİYETİN KISITLANAMAMASI ( Karşılıksız Çek Keşide Etmek Suçunun Bu Anayasal Kurala Aykırı Olması )
• KARŞILIKSIZ ÇEK KEŞİDE ETMEK SUÇU ( Borçtan Dolayı Hürriyetin Kısıtlanamayacağına İlişkin Anayasa Hükmüyle Çelişmesi )
• SÖZLEŞMEDEN DOĞAN YÜKÜMLÜLÜĞÜ YERİNE GETİREMEYEN KİŞİYE HÜRRİYETİ BAĞLAYICI CEZA VERİLEMEMESİ ( Karşılıksız Çek Keşide Etmek )
• ANAYASAYA AYKIRILIK ( Karşılıksız Çek Keşide Eden Kişiye Hürriyeti Bağlayıcı Ceza Verilmesi )
3167-1/m.16/1
2709/m.38
6762/m.610
ÖZET : Çek anlaşması ( sözleşmesi ) her iki tarafa borç yükleyen bir akittir.
Karşılıksız çek keşide etmek suçu iradi olarak düzenlenen çekin bankaya ibrazında oluşan, yaptırımı özgürlüğü bağlayıcı ceza olan ve objektif sorumluluk esasına dayanan bir suç olduğundan, Anayasanın 38. maddesinin 9. fıkrasındaki kuralla çelişmektedir.
Üst norm olan ve lehe bulunan Anayasa hükmü ile çelişen bir kuralın uygulanabilirliğinden söz edilmesine olanak bulunmadığından, çelişkiyi gideren yeni bir yasal düzenleme yapılmasının beklenilmesinde ve buna göre sanıkların hukuki durumlarının değerlendirilmesinde zorunluluk bulunmaktadır.
DAVA : Karşılıksız çek keşide etmek suçundan sanık Mustafa’nın 3167 sayılı Yasanın 16/1 ve TCY.nın 59. maddeleri uyarınca 10 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına, 1 yıl süreyle çek keşide etmekten ve çek hesabı açmaktan yasaklanmasına ilişkin ( Ankara Birinci Asliye Ceza Mahkemesi )nce verilen 6.4.2000 gün ve 1208/359 sayılı hüküm, sanığın temyizi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay Onuncu Ceza Dairesince 23.10.2001 gün ve 12536/22808 sayı ile;
“17 Ekim 2001 tarih, 24556 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 4709 sayılı Kanunun 15. maddesi ile değiştirilen Anayasanın 38. maddesinin son fıkrası karşısında yasal düzenlemenin ne olacağının belirlenmesi açısından acilen uyum yasası çıkartılması zorunluluğu da nazara alınarak sonucun beklenilmesi ve buna göre yeniden takdir ve değerlendirme yapılarak uygulama yapılmasında zorunluluk bulunması” isabetsizliğinden başka yönleri incelenmeksizin bozulmuştur.
Yargıtay C.Başsavcılığı ise 31.10.2001 gün ve 70664 sayı ile;
“17 Ekim 2001 tarih ve 24556 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 4709 sayılı Kanunun 15. maddesi ile değiştirilen Anayasanın 38. maddesinin son fıkrası ile 3167 sayılı Çek Yasasının yürürlükten kaldırılması söz konusu değildir. Sözü edilen 38. maddedeki değişiklikle 3167 sayılı Yasanın 16. maddesinin anayasaya aykırı hale geldiğinin kabulü halinde dahi anılan hukuki düzenlemenin iptaline kadar uygulanması ya da itiraz yoluna gidilerek sonuç alınıncaya kadar dava dosyasının bekletilmesi gerekir. Ayrıca, yasama organının gerekli düzenlemeyi yapacağı sürenin belli olmaması nedeniyle uyum yasasanın çıkmamasının beklenmesi sözkonusu edilememelidir.
Aksi takdirde, Yüksek Onuncu Ceza Dairesinin kararındaki gerekçe, dava dosyasının uzunca bir süre sürüncemede kalmasına ve davanın zamanaşımına uğramasına neden olacaktır.
Anayasının değişik 38. maddesinin son fıkrasında “Hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz.” hükmü öngörülmüştür. Burada belirtilmek istenen husus, sözleşmenin herhangi bir kimseye yüklediği “yerine getirme” eyleminin hangi nedenle olursa olsun ifa edilmemesidir. Aksi halde her türlü sözleşmede, sözleşme konusu olan sübjenin mal edinilmesi, değişik amaçla yok edilmesi gibi hallerde “güveni kötüye kullanma” suçlarında da bu hükmün uygulanması gerekecektir ki, kanun koyucunun amacının bu olmadığı açıktır. Kaldı ki; karşılıksız çekin verildiği anda keşidecinin bankada karşılığının bulunmadığını bilerek aldatma ve suç kastı ile hareket etmesi nedeniyle bir sözleşmeye dayanılamayacağı gibi, ciro suretiyle çeki devralan hamil yönünden de keşideci ile bir sözleşmeden bahsedilmesi hiç mümkün değildir. Çekin niteliği gereği istisnaları dışında, dayandığı hukuki ilişkinin araştırılması mümkün olmayacak ve karşılıksız çıkan çek nedeniyle 3167 sayılı Yasanın 16. maddesindeki suçun varlığı kabul edilecektir. Bu itibarla; 3167 sayılı Yasanın 16/1. maddesindeki mevcut düzenlemenin Anayasanın 38. maddesi kapsamında değerlendirilemeyeceği düşünülmüştür.” gerekçesiyle itiraz yoluna başvurarak, Özel Daire bozma kararının kaldırılması isteminde bulunmuştur.
Dosya Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulunca okundu, gereği konuşulup düşünüldü.
KARAR : Sanığın karşılıksız çek keşide etmek suçundan cezalandırılmasına karar verilen olayda çözümlenmesi gereken hukuki sorun, Anayasanın 38. maddesine 4709 sayılı Yasa ile 9. fıkra olarak eklenen, “Hiç kimse yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonamaz” şeklindeki kuralın 3167 sayılı Çekle Ödemelerin Düzenlenmesi ve Çek Hamillerinin Korunması Hakkında Kanunun, karşılıksız çek başlıklı 16. maddesinde, yaptırımı hapis cezası olan suç bakımından nazara alınıp alınmayacağı, diğer bir anlatımla çek keşide etmenin yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülük olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Sorunun çözümünde sağlıklı bir hukuki sonuca ulaşılabilmesi için, konuya ilişkin yasal düzenlemelerin, bunların TBMM’inde görüşülmesi sırasında yapılan görüşmelerin, öğretideki düşüncelerin, karşılıksız çek keşide etme suçunun ülkemizdeki tarihi gelişimi ve hukuki yapısının ele alınıp değerlendirilmesinde zorunluluk bulunmaktadır.
Çek, 1957 yılında yürürlüğe giren Türk Ticaret Yasasının kambiyo senetlerine ilişkin dördüncü faslının üçüncü kısmında 692 ila 735. maddeler arasında düzenlenmiş, poliçe ve bonodan sonra üçüncü bir ticari senet türü olarak kabul edilmiştir. Çek hukuki niteliği itibariyle poliçe gibi bir havaledir, ancak bu havalenin çek olarak vasıflandırılabilmesi için aynı zamanda bir banka üzerinde çekilmiş olması zorunludur. Bir bankada hesap bulundurmak mücerret çek keşide hakkını vermeyeceğinden ayrıca önceden bu hesap üzerinde çek keşidesi suretiyle tasarruf edebileceğinin de kararlaştırılmış olması gerekir. Bu durum keşideci ile muhatap banka arasında bir anlaşma olduğunu ortaya koyar. Genellikle “çek anlaşması”, “çek sözleşmesi” olarak adlandırılan bu akit ile muhatap banka, keşideciye üzerine çektiği çekteki miktarı ödemeyi vaad eder, keşideci ise muhatap bankanın ödediği meblağları kendisine tediyeyi taahhüt eder. Böylece, muhatap banka meşru hamil veya cirantaya kendi mal varlığından ancak keşidecinin şahsında hukuki sonuç doğurmak üzere ödemede bulunma yetkisini elde eder.
Çek anlaşmasının muhatap banka ve keşideciye borç yükleyen bir akit olduğu hususunda öğretide tam bir kabul mevcut ise de, hukuki niteliği üzerinde görüş birliği bulunduğundan söz etmeye olanak yoktur. Çek anlaşmasının, hizmet akdi, vekalet akdi, iş görme akdi olduğu ileri sürüldüğü gibi bu anlaşmanın üçüncü şahıs yararına akit, infisahi şarta bağlı borç yüklenme, alacağın temliki teorileriyle de açıklanmaya çalışıldığı görülmektedir.
3167 sayılı Yasa yürürlüğe girinceye kadar mevzuatımızda, karşılıksız çek keşide edenleri cezalandıran özel bir düzenleme bulunmamaktaydı. Bu nedenle 1926 yılında, 465 sayılı Türk Ticaret Yasasının 610. maddesine, karşılıksız çek keşide edenlerin cezalandırılması için bir fıkra eklenmesi hususunda yasa teklifi hazırlanmış, ancak Türkiye Büyük Millet Meclisinin 17.1.1929 gün ve 471 sayılı Kararı ile karşılıksız çek keşide edenlerin koşulları oluştuğundan, dolandırıcılık suçundan dolayı cezalandırılacakları, bu nedenle ayrı bir yasaya gerek bulunmadığı gerekçesiyle bu teklif kabul edilmemiştir. O tarihten itibaren karşılıksız çek keşide edenlerin eylemleri, diğer ögelerinin de gerçekleşmesi halinde dolandırıcılık suçu kapsamında değerlendirilmiş, gerçekleşmediği hallerde faillerin cezalandırılamadığı ve çek hamillerinin korunamadığı görüşüyle bağımsız nitelikte yasa veya Türk Ceza Yasasına bir madde eklenmesine ilişkin yasa teklif ve tasarıları hazırlanmış, öğretideki, uygar toplumların tümünde terkedilmiş olan borç karşılığı hapis, dolaylı olarak hortlatılmaya çalışılıyor eleştirilerine rağmen ( ERMAN- Batider, Cilt 11, sayı 2 ) 3 Nisan 1985 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 3167 sayılı “Çekle Ödemelerin Düzenlenmesi ve Çek Hamillerinin Korunması Hakkında Kanun ile karşılıksız çek keşide etme fiilleri bağımsız bir suç haline getirilmiştir.
Yasanın 16. maddesi ile de, ibraz süresi içinde veya üzerinde yazılı keşide tarihinden önce ibraz edildiğinde yeterli karşılığı bulunmaması nedeniyle kısmen de olsa ödenmeyen çek keşide edenlerin 1 yıldan 5 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılması öngörülmüş, bu şekilde objektif sorumluluk esasına dayanan bir suç ihdas edilmiştir.
Bu düzenleme de öğretide eleştirilerek temel hedefinin, modern suç ve ceza siyasetiyle bağdaşmayacak şekilde mağdurun korunması ve çek bedelinin ödenmesini sağlamak olduğu, 14.1.1993 gün ve 3863 sayılı Yasanın 1.maddesi ile yapılan değişiklikle bu amaç da aşılarak borç ödememe halinde alacaklının iredesine göre hapis cezası öngören bir suç tipi yaratıldığı, özellikle uygulamada borçludan, keşide tarihi ödeme tarihi olarak gösterilen ileri tarihli çeklerin alınması ve borç ödenmediğinde keşideci hakkında hukuki yaptırımlarla birlikte özgürlüğü bağlayıcı cezaların da öngörülmesi nedeniyle mahkemelerin büyük oranda borç için ceza uygulama aracı haline getirildiği ileri sürülmüştür ( Prof. Dr. S. DÖNMEZER, Kişiler ve Mala Karşı Cürümler 16. Bası Sh. 478 ).
Çek suçlarının tarihi gelişimi ve hukuki yapısı bu şekilde irdelendikten sonra, Anayasanın 38. maddesine 9. fıkra olarak, 4709 sayılı Yasanın 15. maddesi ile eklenen “Hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz.” şeklindeki düzenlemenin kapsamı ve amacı, Meclisteki görüşmeler ve öğretideki görüşler ışığında ele alınıp değerlendirilmelidir. Anılan Yasa değişikliğinin Mecliste görüşülmesi esnasında, bir soru üzerine Anayasa Komisyonu Başkanı; “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin Dördüncü Protokolünün 1. maddesi, borçlar hukuku ilişkisinden kaynaklanan borçlarını rızasıyla ödeyemeyen bir borçlunun bu yüzden hapis cezasıyla cezalandırılmasını yasaklamıştır.
Borcun ödenmemesi, ya borçlunun mal varlığı bulunmadığı için çaresizlikten veya buna rağmen kötü niyetten olabilir. Birinci halde, yani kendi ihmal veya kusuru olmaksızın borcunu ödemekte acze düşen kişi, bu yüzden hapis cezasına çarptırılamaz, ancak, borçlunun hileyle veya kasten borcunu ifa etmekten kaçınması halinde protokolün bu hükmünden yararlanması mümkün değildir.”
Yine bir milletvekili, “Bir diğer nokta hiç kimsenin, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirmemesinden dolayı özgürlüğünün kısıtlanamayacağıdır. Biz Adalet Komisyonunda, geçen dönemlerde çek yasasını görüştük. O sene Beyoğlu Asliye Ceza Mahkemesinde 11300 çek davası olduğunu düşünürsek ve Türkiye’deki Adliyelerin esas ceza davalarının dörtte birine yakınının çek davası olduğunu düşünürsek işte popülist yaklaşımları önlemenin tek yolu budur.”
Konuyla ilgili görüşünü bildiren bir diğer millekvekili ise; “en önemli husus kasıt unsurudur. Kendi ihtiyarında olmaması halinde yerine getirmemişse, ona cezai yükümlülük getimiyor, özgürlüğünü kısıtlamıyoruz. Eğer kasıtlı olarak sözleşmeden doğan borcunu veya bir edimini yerine getirmemiş, yükümlülüğünü yapmamışsa elbette cezalandırılacaktır.” şeklinde açıklamalarda bulunmuşlardır.
Bu belirlemeler ışığında somut olay ele alınarak değerlendirildiğinde, çek sözleşmesinin taraflara borç yükleyen bir akit olduğu ve sözleşmeden kaynaklandığı konusunda bir kuşku bulunmamaktadır. Karşılıksız çek keşide etmek suçu özel kast ( saik ) aranmayan objektif sorumluluk esasına dayanan bir suçtur. İradi olarak düzenlenen çekin bankaya ibrazında karşılığının çıkmaması ile oluşur. Bu suç tipinde mevcut yasal düzenlemeye göre borçlunun, borcunu hangi nedenle yerine getirmediği veya getiremediğinin araştırılması olanağı bulunmamaktadır.
Karşılıksız çek keşide etme suçunda mevcut düzenleme, yaptırımı özgürlüğü bağlayıcı ceza olması nedeniyle Anayasanın 38. maddesinin 9. fıkrasındaki kuralla çelişmektedir. Üst norm olan ve lehe bulunan Anayasa hükmü ile çelişen bir kuralın uygulanabilirliğinden sözedilmesine olanak bulunmadığından çelişkiyi gideren bir yasal düzenleme yapılmasının beklenmesinde ve buna göre sanıkların hukuki durumlarının değerlendirilmesinde zorunluluk mevcuttur. Bu itibarla Özel Daire bozma kararı yerinde olup, Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.
Üyelerden H. Cevheroğlu;
17 Ekim 2001 tarihinde yürürlüğe giren 4709 sayılı Yasanın 15. maddesi ile değiştirilen Anayasının 38. maddesi son fıkrası ile 3167 sayılı Çek Yasası yürürlükten kalkmamıştır. Sözü edilen değişiklikle 3167 sayılı Yasanın olayda tatbik gören 16. maddesinin Anayasaya aykırı hale geldiğinin kabulü halinde dahi mevcut hukuki düzenlemenin iptaline kadar uygulanması veya iptal davası sonucunun beklenmesi gereklidir.
Yargıtay’ın görevi; sanığın suçlandığı eylemin mevcut yasalar karşısında suç teşkil edip etmediği ve bu eyleme hangi yasa maddesinin uygulanacağı ile yargılamanın hangi usul kuralınca yapılacağı hususu olup, durumu mevcut mevzuata göre değerlendirilip, hukuka aykırılık yapılıp yapılmadığını tespit etmektir.
Olayımızda yapılması gereken şey; Anayasaya aykırılığın kabulü halinde, iptali için Anayasa Mahkemesine ilgili dairece müracaatla sonucunun beklenmesi olmalıdır. Bu durumun dışına çıkılarak mevcut olmayan bir yasanın “uyum yasası olarak” çıkacağı varsayımına dayalı kabul ile onun beklenmesini öngören bozmaya denetleme makamı yetkili bulunmadığından C. Başsavcılığının itirazını bu nedenle yerinde gördüğümden itirazın kabulü gerektiği inancı ile çoğunluk kabulüne muhalifim” görüşüyle karşı oy kullanmıştır.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle Yargıtay C.Başsavcılığının itirazının ( REDDiNE ), dosyanın mahalline gönderilmek üzere Yargıtay C. Başsavcılığına tevdiine, 20.11.2001 günü oyçokluğuyla karar verildi.
T.C.
YARGITAY
CEZA GENEL KURULU
E. 2004/16-104
K. 2004/120
T. 25.5.2004
• TAAHHÜDÜ İHLAL SUÇU ( Hiç Kimsenin Borcunu Ödemediği İçin Cezalandırılamayacağına İlişkin Anayasa Kuralına Aykırı Olduğu İddiası – Anayasa Hükmünün Acz İçindeki Borçluyu Korumaya Yönelik Olması – Ödeme Taahhüdünde Taahhüt Edilen Borç Miktarının Rakamsal Olarak Gösterilmesi Gereği )
• ANAYASAYA AYKIRILIK İDDİASI ( Taahhüdü İhlal Suçunun Borcunu Ödemeyen Sanığın Cezalandırılamayacağına İlişkin Anayasa Hükmüne Aykırı Olmaması – Anayasa Hükmünün Acz İçindeki Borçluyu Korumaya Yönelik Olması )
• BORCUN TÜM FER’İLERİYLE BİRLİKTE RAKAMSAL OLARAK ÖDEME TAAHHÜDÜNDE GÖSTERİLMİŞ OLMASI MECBURİYETİ ( Tahhüdü İhlal Suçunun Oluşabilmesi İçin )
• ÖDEME TAAHHÜDÜNDE BORCUN TÜM FER’İLERİYLE BİLRİKTE RAKAMSAL OLARAK GÖSTERİLMESİ MECBURİYETİ ( Tahhüdü İhlal Suçunun Oluşabilmesi İçin )
2709/m.38
2004/m.340
ÖZET : 1- Uyuşmazlık, Anayasanın 38. maddesine eklenen “hiç kimse sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonamaz” hükmünün taahhüdü ihlal suçları yönünden uygulanıp uygulanamayacağına ilişkindir. Üst norm olan ve sanık lehine hükümler getiren Anayasal düzenleme çerçevesinde sanığın borcunu hangi nedenlerle ödemediği araştırılmalıdır. Anayasa borcunu ödemeyeni değil, ekonomik acz içinde olup bu nedenle borcunu ödeyemeyeni korumaktadır. Ödeme gücü olduğu halde borcunu ödemeyenin ise cezalandırılması gerekir. Yerel mahkemenin direnme gerekçesi, bu açıklamalar ışığında değerlendirildiğinde yasal düzenlemeye uygundur.
2- Ceza Genel Kurulu’nun ve özel dairelerin süreklilik gösteren kararlarında da açıklandığı üzere, İİY’nın 340’ıncı maddesindeki suçun oluşması için taahhüt tutanağında toplam borç miktarının, işleyen ve işleyecek faiz, vekalet ücreti, icra harç ve giderleri ile birlikte belirlenmesi, böylece borçlunun taahhüdüne esas olan miktarın açıkça gösterilmesi gereklidir. Bu miktar belirlenmediğinde borçlunun hangi miktar için taahhütte bulunduğu, bu taahhüdün kabulünün hangi miktarın nazara alınarak yapıldığı kuşkuya yer vermeyecek şekilde saptanamayacağından, ödeme koşulunun ihlali halinde cezai sorumluluk doğmayacaktır. Oysa somut olayda, 18.06.2001 tarihinde yapılan haciz sırasında düzenlenen tutanakta, taahhüt edilen borç miktarının ne olduğunun açıklanan şekilde belirlenerek, rakamsal olarak gösterilmediği anlaşılmaktadır. Bu itibarla sanığın ödeme koşulunu yerine getirmemesi nedeniyle cezai sorumluluğu doğmadığından, mahkumiyetine karar verilmesi olanaksızdır.
DAVA : Taahhüdü ihlal suçundan sanık İ.D’nin İİY’nın 340 ve TCY’nın 59. maddeleri uyarınca 25 gün hafif hapis cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin İzmir 2. İcra Ceza Mahkemesi’nce 13.02.2002 gün ve 11663-753 sayı ile verilen kararın sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay 16. Hukuk Dairesi’nce 08.10.2002 gün ve 10330-10135 sayı ile;
“4709 Sayılı Kanunla Anayasa’nın 38. maddesinin son fıkrasına “Hiç kimse yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonamaz” hükmü eklenmiş, bu hüküm 17.10.2001 gün ve 24556 sayılı mükerrer Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Anayasa’nın açık hükmü karşısında sözleşmeden doğan yükümlülüklerini yerine getiremeyen kişilere yaptırım olarak hürriyeti bağlayıcı ceza verilmesi mümkün değildir.
Sanığa TTK’na aykırı davranışı nedeniyle hürriyeti bağlayıcı ceza tayin ve takdir edilmiştir. Şikayetçi ile sanık arasındaki temel ilişki sözleşme hukukundan kaynaklanmaktadır.
Anayasa hükmünün üstün norm olması, sonradan yürürlüğe girmesi, yaptırım yönünden sanık lehine düzenleme yapılmasını zorunlu kılması karşısında kanun koyucu tarafından yeni hüküm doğrultusunda yasal düzenleme yapılmasının beklenmesi ve sonucuna göre uygulama yapılması gerekir” gerekçesiyle hükmün diğer yönleri incelenmeksizin bozulmasına karar verilmiştir.
Yerel mahkeme ise 06.05.2003 gün ve 12180-1270 sayı ile; “… Anayasa Mahkemesi’nin 21.11.2002 tarih ve 20011415 Esas 2002/166 Karar sayılı hükmü ile TTK’ nun 340. maddesindeki kuralın, doğrudan sözleşmeden doğan yükümlülüğün yerine getirilememesi olmayıp, kamu otoritesince yürütülen cebri icranın etkinliğinin sağlanması olduğu, dolayısıyla yasada öngörülen yükümlülüğün sözleşmeden değil yasadan kaynaklandığı gerekçesiyle Anayasa’nın 38. maddesinin 8. fıkrasına aykırı olmadığına karar verilmiştir. Bu durumda TTK’ nun 340. maddesinin Anayasa’ya aykırılığından söz edilemeyeceğinden, kanun koyucu tarafından yeni yasal düzenleme yapılmasının beklenmesine de gerek bulunmamaktadır…” gerekçesiyle önceki hükmünde direnmiştir.
Bu kararın da sanık tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya, Yargıtay C.Başsavcılığı’nın “bozma” istekli 26.01.2004 günlü tebliğnamesiyle Birinci Başkanlığa gönderilmekle Ceza Genel Kurulu’nca okundu, gereği konuşulup düşünüldü:
KARAR : Sanığın taahhüdü ihlal suçundan cezalandırılmasına karar verilen olayda çözümlenmesi gereken hukuki sorun, Anayasa’nın 38’inci maddesine 4709 Sayılı Yasa ile eklenen “Hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğa bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz” hükmünün İcra İflas Yasası’nın 340’ıncı maddesinde düzenlenen ve yaptırımı özgürlüğü bağlayıcı ceza olan suç bakımından nazara alınıp alınamayacağı, dolayısıyla da 4709 Sayılı Yasa ile Anayasa’ya eklenen hüküm doğrultusunda bir yasal düzenleme yapılmasının beklenilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Özel dairece yerel mahkeme kararının, yakınan ile sanık arasındaki temel ilişkinin sözleşme hukukundan kaynaklandığı ve Anayasa’nın 38’inci maddesine 4709 Sayılı Yasa ile eklenen son fıkra uyarınca, çıkarılması gerekli yeni yasanın beklenmesi gerektiğinden bahisle bozulmasına karar verilmesinden sonra, konumuzu ilgilendiren İİY’nın 340’ıncı maddesinin Anayasa’ya aykırı olduğu ileri sürülerek iptali istenmiştir. Ancak Anayasa Mahkemesi, 28.02.2003 günlü Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 21.11.2002 gün ve 415-166 sayılı kararında, söz konusu maddede belirtilen yükümlülüğün sözleşmeden değil yasadan kaynaklandığı gerekçesiyle iptal isteminin reddine karar vermiştir.
İcra ve İflas Yasası’nın “Borçlunun ödeme şartını ihlali halinde ceza” başlığını taşıyan 340’ıncı maddesinde;
111’inci madde gereğince veya alacaklının muvafakatı ile icra dairesinde kararlaştırılan borcu ödeme şartının, borçlu tarafından makbul bir sebep olmaksızın ihlali, seçimlik hareketli suçlar olarak düzenlenmiş, yaptırımı ise özgürlüğü bağlayıcı ceza olarak öngörülmüştür.
Anılan yasada, yukarıda açıklanan yargısal kararlardan sonra 17.07.2003 tarihinde 4949 Sayılı Yasa ile çeşitli maddelerinde değişiklikler yapılmışsa da uyuşmazlık konusunu ilgilendiren 340’ıncı maddesi değiştirilmemiş, kural aynen korunmuştur.
Bu nedenle yasa koyucunun iradesinin de Anayasa Mahkemesi’nin kararındaki gerekçeye uygun olduğu anlaşılmaktadır.
Ceza Genel Kurulu’nun 22.01.2002 gün ve 294-1 sayılı kararında da ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, anılan maddedeki “makbul sebep” kavramı, Anayasa’nın 38’inci maddesinin 9’uncu fıkrasındaki “yerine getirememe” kavramından daha dardır. Bu nedenle üst norm olan ve sanık lehine hükümler getiren bu yeni Anayasal düzenleme çerçevesinde, sanığın borcunu hangi nedenle veya nedenlerle yerine getiremediğinin araştırılarak, hukuki durumunun belirlenmesinde zorunluluk bulunmaktadır. Zira Anayasa, borcu yerine getirmeyeni değil, ekonomik acz içinde olup bu nedenle borcunu yerine getiremeyeni korumaktadır. Bu nedenle ödeme gücü olduğu halde borcu yerine getirmeyen ve taahhüdünü ihlal edenlerin cezalandırılmaları artık zorunludur. Yerel mahkemenin direnme gerekçesi, bu açıklamalar ışığında değerlendirildiğinde yasal düzenlemeye uygundur.
Ancak, Ceza Genel Kurulu’nun ve özel dairelerin süreklilik gösteren kararlarında da açıklandığı üzere, İİY’nın 340’ıncı maddesindeki suçun oluşması için taahhüt tutanağında toplam borç miktarının, işleyen ve işleyecek faiz, vekalet ücreti, icra harç ve giderleri ile birlikte belirlenmesi, böylece borçlunun taahhüdüne esas olan miktarın açıkça gösterilmesi gereklidir. Bu miktar belirlenmediğinde borçlunun hangi miktar için taahhütte bulunduğu, bu taahhüdün kabulünün hangi miktarın nazara alınarak yapıldığı kuşkuya yer vermeyecek şekilde saptanamayacağından, ödeme koşulunun ihlali halinde cezai sorumluluk doğmayacaktır. Oysa somut olayda, 18.06.2001 tarihinde yapılan haciz sırasında düzenlenen tutanakta, taahhüt edilen borç miktarının ne olduğunun açıklanan şekilde belirlenerek, rakamsal olarak gösterilmediği anlaşılmaktadır.
Bu itibarla sanığın ödeme koşulunu yerine getirmemesi nedeniyle cezai sorumluluğu doğmadığından, mahkumiyetine karar verilmesi olanaksız olduğu için isabetsiz olan yerel mahkeme direnme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.
SONUÇ : Açıklanan nedenlerle yerel mahkeme direnme hükmünün BOZULMASINA, dosyanın yerine gönderilmek üzere Yargıtay C.Başsavcılığı’na tevdiine, 25.05.2004 tarihinde tebliğnamedeki isteme uygun olarak oybirliğiyle karar verildi.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2005/9-320
K. 2005/355
T. 25.5.2005
• SENDİKANIN KAPATILMASI TALEBİ ( Anadilde Eğitim ve Öğretime İlişkin Tüzük Hükmünün Anayasaya ve Yasalara Aykırı Olması – Türkçe Dışındaki Anadillerde Eğitimin Devletin Üniter Yapısına Zarar Vereceği )
• ANADİLDE EĞİTİM VE ÖĞRETİME İLİŞKİN TÜZÜK MADDESİNİN ANAYASAYA VE YASALARA AYKIRI OLMASI ( Sendikanın Kapatılması Talebi – Türkçe Dışındaki Anadillerde Eğitimin Devletin Üniter Yapısına Zarar Vereceği ve Kamusal Alanda Çelişkileri Artıracağı )
• TÜZÜKTE YER ALAN ANADİLDE EĞİTİM VE ÖĞRETİME İLİŞKİN HÜKMÜN ANAYASAYA VE YASALARA AYKIRI OLMASI ( Eğitim-Sen Sendikasının Kapatılması Talebi – Türkçe Dışındaki Anadillerde Eğitimin Devletin Üniter Yapısına Aykırı Olması )
• ANAYASAYA VE YASAYA AYKIRI TÜZÜK NEDENİYLE SENDİKANIN KAPATILMASI TALEBİ ( Anadilde Eğitim ve Öğretimi Savunduğuna İlişkin Tüzük Maddesi – Türkçe Dışındaki Anadillerde Eğitimin Devletin Üniter Yapısına Zarar Vereceği )
• EĞİTİM-SEN SENDİKASININ KAPATILMASI TALEBİ ( Tüzüğünde Yer Alan Sendikanın Anadilde Eğitim ve Öğretim Hakkını Savunduğuna İlişkin Hükmün Anayasaya Aykırı Olması – Türkçe Dışındaki Anadillerde Eğitimin Devletin Üniter Yapısına Zarar Vereceği ve Kamusal Alanda Çelişkileri Artıracağı )
• DEVLETİN ÜNİTER YAPISINA ZARAR VERECEK VE TOPLUMDA BÖLÜNMEYE YOL AÇACAK TARZDA ÖRGÜTLENME HAKKININ BULUNMAMASI ( Sendikal Örgütlenme Hakkının Kapsamı ve Sınırları – Sendika Tüzüğünde Yer Alan Anadilde Eğitim ve Öğretimin Savunulduğuna İlişkin Hükmün Anayasaya ve Yasalara Aykırı Olması/Sendikanın Kapatılması Gereği )
2709/m.3,42,66,51,90/son
4688/m.3/f,6,7/b,20,37
2925/m.2/a
ÖZET : Uyuşmazlık, sendika tüzüğünün, sendikaların amaçları bölümünde yer alan, “…bireylerin anadillerinde öğrenim görmesini savunur” ibaresinin kanuna, Cumhuriyetin temel niteliği ve demokratik esaslar unsuruna aykırılık oluşturup oluşturmadığına ilişkindir.
Ana dil en yalın tanımıyla, bireylerin yakın çevreleriyle ilk etkileşimini sağladığı dili ifade eder.
Kişi ana dilini çevresinde öğrenir ve Türkçe’nin kullanımının zorunlu olduğu alanlar dışında bu dili istediği gibi kullanır.
Nitekim toplumda kullanılan farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesi bu dil ve lehçelerde yayın yapılabilmesi demokratik bir hak olarak kabul edilmiş ve bu amaç yapılan yasal düzenlemeler hayata geçirilmiştir.
Ancak, ana dilde öğrenim ise çok farklı bir kavramdır ve ilk öğretimden itibaren tüm eğitim ve öğretimin devletin resmi dili dışında, farklı dillerde de eğitim ve öğretimde kullanılmasını gerektirir. Bir başka deyişle ana dilde öğrenim haklarının hayata geçmesi, bir devlette sayısı belirsiz ana dilin kamusal alana taşınması demektir.
Bu da üniter bir devlet olan, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olan, dili Türkçe olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası ile bağdaşmaz. Çünkü farklı dil ve lehçeleri sadece bir kültür öğesi görmek yerine, bu öğelerin “farklı ana diller” adı altında eğitim ve öğretim alanına sokmayı amaçlamak, Anayasaya aykırılık oluşturması yanında, toplumsal çelişkileri, eğitim, öğretim, bilimsel ve kamusal alanda da artırmaya neden olacaktır.
Ana dilde öğrenimin hayata geçmesi demek, bir devlette sayısı belirsiz ana dilin kamusal alanda boy göstererek bireyler aracılığıyla kamusal alana taşınması demek olacaktır ki, ulusal bütünlüğünü, ülkesi ve milletiyle bölünmezliğe ve diline bağlayan Cumhuriyetin üniter yapısı ile bağdaşmaz.
Bu durumda davalı sendikanın, bireylerin ana dillerinde öğrenim görmesini savunması açıkça Anayasaya aykırıdır.
Yasalar ve Anayasa ulusal güvenliğin, kamu emniyetinin korunması, kamu düzenin sağlanması amacıyla demokratik bir toplumda zorunlu bir tedbir olarak ülke bütünlüğüne karşı eylemleri önlemek için düzenlemeler getirmiştir. Bu düzenlemeler Avrupa İnsan Hakları sözleşmesinin 10 ve 11. maddeleri ile uyumlu bulunmaktadır. Anayasanın ve yasaların belirtilen hükümlerine aykırı olan sendika tüzüğündeki düzenlemenin Valilikçe ve Mahkemece yapılan ihtarlara ve verilen süreye rağmen davalı sendika tarafından düzeltilmemesi, sendikanın bir faaliyetidir. Ayrıca, üyelerinin ortak ekonomik ve sosyal menfaatlerini korumaktan başka bir amacı olmayacak sendikanın tüzüğündeki bu düzenlemenin kelime değişimi yapılmak suretiyle de olsa ısrarla devam ettirilmesi dikkat çekici olup, gerçek amaç dışına çıkıldığını göstermektedir.
Bu nedenle davalı sendikanın tüzüğünün “Sendikanın Amaçları” başlıklı 2. maddesinin ( b ) bendinde “Toplumun bütün bireylerinin, temel insan hakları ve özgürlükler doğrultusunda demokratik, laik, bilimsel ve parasız eğitim görmesini, bireylerin ana dillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur.” şeklindeki düzenlemeden “…bireylerin ana dillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur.” sözcükleri Anayasanın 3, 42/6, Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununun 20. maddesi hükümlerine aykırı olduğundan 4688 sayılı Yasanın 37. maddesi uyarınca mahkemece davalı sendikanın kapatılmasına karar vermek gerekir.
DAVA : Taraflar arasındaki “sendikanın kapatılması” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; A. 2. İş Mahkemesince davanın reddine dair verilen 15.9.2004 gün ve 2004/833 – 752 sayılı kararın incelenmesi davacı tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 3.11.2004 gün ve 2004/28345 – 24792 sayılı ilamı ile,
( …A. Cumhuriyet Başsavcılığı 10.6.2004 tarihli davanamesinde özetle, davalı sendika tüzüğünün “sendikanın amaçları” başlığını taşıyan 2. madde ( b ) bendinde “…bireylerin ana dillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur.” Sözcüklerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasanın 3. maddesinde yer alan “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir.” ve yine 42. maddesinin 6. paragrafında yer alan “Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” Kurallarına ve Yabancı Dil eğitimi ve öğretimi, Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğretilmesi Hakkındaki Kanunun 2. maddesinin ( a ) fıkrasında eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına Türkçe’den başka hiçbir dil ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez şeklindeki düzenlemelere açıkça aykırı olduğunu, A. Valiliğinin ihtarına rağmen belirtilen sözcüklerin tüzükten çıkarılmadığını, davalı Sendikanın bu şekilde 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununun 20. maddesinde yer alan sendika ve konfederasyonların yönetim ve işleyişleri Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerine ve demokratik esaslara aykırı olamaz şeklindeki düzenlemeye aykırı olduğundan anılan yasanın 37. maddesi gereğince kapatılmasına karar verilmesi talep edilmiştir.
Mahkeme; tüzükte ki hükmün Türkiye Cumhuriyeti Devletinin toprak bütünlüğü, ulusun birliği ve devletin tekliği esaslarına karşı bir tehlike oluşturmadığı gibi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. ve 11. maddelerine de aykırı olmadığı gerekçesi ile davayı reddetmiştir.
4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununun 37. maddesinde, “Anayasada belirtilen Cumhuriyetin Niteliklerine ve Demokratik Esaslara aykırı faaliyetlerde bulunan sendika ve konfederasyon, merkezlerinin bulunduğu yer Cumhuriyet Başsavcısının istemi üzerine iş davalarına bakmakla görevli mahalli mahkeme kararı ile kapatılır…” denilmektedir.
Mahkemece 4688 sayılı Kanunun 6. maddesi uyarınca tüzüğünde değişiklik yapması için 13.7.2004 tarihli duruşmada davalı sendikaya 60 günlük süre vermiştir. Esasen mahkeme davalı sendikanın tüzüğünde kanuna aykırılık bulunup bulunmadığını açılan dava üzerine hemen değerlendirip, buna göre süre verilip verilmeyeceğini kararlaştırmak zorundadır. Tüzüğü değerlendiren mahkeme yasalara aykırı olduğunu tespit ederek ilgili sendikaya düzeltme yapması yönünde süre vermiş olup, tüzüğün kanunlara uygun hale getirilmemesinin yaptırımı sendikanın kapatılması olduğu halde sendika vekilinin tüzükte değişiklik yapılmayacağı yolundaki beyanına rağmen davanın reddine karar verilmiştir.
Mahkemenin gerekçeli kararında; “… verilen sürede tüzük düzeltilmez ise işin esasına girilmesi; düzeltilme halinde ise verilen mehile ve ihtara uyulduğu için karar verilmesine yer olmadığı…” şeklinde hüküm kurulması gerektiği ifade edilmiştir. Mahkeme verdiği ihtarla tüzükteki düzenlemenin yasaya aykırılığını baştan itibaren kabul etmiş ve kendisini bağlamıştır. Gerçekten 4688 sayılı Yasanın 6. maddesi hakime taktir hakkı da vermemektedir. Mahkeme yapacağı incelemede kanuna aykırılık olup olmadığını belirleyip, tarafları da dinleyip düzenleme yapılması yönünde karar verdiğine göre, düzeltme yapılmaması üzerine yeniden esasa girip inceleme yapamaz. Anılan yasa hükmü emredici niteliktedir. Mahkeme bu durumda sadece sendikanın kapatılmasına karar verebilir.
Ancak, mahkeme verilen süreye rağmen düzeltilmeyen sendika tüzüğünün 2. maddesinin ( b ) bendi hükmünün Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10 ve 11. maddelerine aykırı olmadığı gerekçesi ile davayı reddetmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. maddesi ifade özgürlüğü ile ilgili olup herkesin görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahip olduğu belirtilmekle beraber, bu özgürlüğün ulusal güvenlik, toprak bütünlüğü veya kamu düzeninin sağlanması amacıyla yasayla sınırlandırılabileceği belirtilmektedir. Aynı sözleşmenin 11. maddesi ise dernek kurma ve toplantı özgürlüğüyle ilgili olup, herkesin sendika kurabileceği ve sendikalara katılabileceği belirtilmekle beraber bu hakkın da bazı hallerde sınırlandırılabileceği kabul edilmiştir. Bu nedenle sendika kurma hakkının da ulusal güvenlik, kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması için sınırlandırılabileceği benimsenmiştir.
Sendikalar tüzüklerinin ilgili makama verilmesi ile tüzel kişilik kazanır. Sendika tüzüğü sendikanın amacı ve bu amacı gerçekleştirmek üzere sürdüreceği çalışma konuları ile çalışma usullerini kapsar. Bu doğrultuda 4688 sayılı Yasanın 3/f maddesinde sendikanın tanımı “Sendika: Kamu görevlilerinin ortak ekonomik, sosyal ve mesleki hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için oluşturdukları tüzel kişiliğe sahip kuruluşları” şeklinde yapılmıştır. Anılan yasanın 7/b. maddesinde sendika tüzüklerinde sendikaların amacının yer alacağı düzenlenmiştir. Davalı sendika tüzüğünde amaçlar belirtilirken 4688 sayılı Yasanın 3/f maddesinde açıklanan amaçları aşar şekilde “bireylerin ana dillerinde öğretim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur” düzenlemesine yer vermiş, yukarda açıklandığı gibi. Valiliğin ve Mahkemenin verdiği süreler içerisinde de tüzüğünden bu ifadeleri çıkarmamıştır.
4688 sayılı yasanın 20. maddesinde sendika ve konfederasyonların yönetim ve işleyişini Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerine aykırı olamayacağı, 2925 sayılı Yasanın 4771 sayılı Yasa ile değişik 2. maddesinde de eğitim ve öğretim kurumlarının Türk vatandaşlarına Türkçe’den başka hiçbir dil ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez, Türkiye Cumhuriyeti Anayasanın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek 3. maddesinde Türkiye Devletinin ana dili Türkçe olduğu belirtildiği gibi, eğitim ve öğretim hakkı ve ödevi başlıklı 42. maddesinin 6. fıkrasında “Türkçe’den başka hiçbir dil eğitim ve öğretim kurumlarında Türk Vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.”, 66. maddesinde “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” düzenlemelerine yer verilmiştir.
Yasaların ve Anayasanın açıklanan bu hükümleri ulusal güvenliğin, kamu emniyetinin korunması, kamu düzenin sağlanması amacıyla demokratik bir toplumda zorunlu bir tedbir olarak ülke bütünlüğüne karşı eylemleri önlemek için düzenlenmiştir. Bu düzenlemeler Avrupa İnsan Hakları sözleşmesinin 10 ve 11. maddeleri ile uyumlu bulunmaktadır. Anayasanın ve yasaların yukarıdaki hükümlerine aykırı olan sendika tüzüğündeki düzenlemenin Valilikçe ve Mahkemece yapılan ihtarlara ve verilen süreye rağmen davalı sendika tarafından düzeltilmemesi, sendikanın bir faaliyetidir. Ayrıca, üyelerinin ortak ekonomik ve sosyal menfaatlerini korumaktan başka bir amacı olmayacak sendikanın tüzüğündeki bu düzenlemenin kelime değişimi yapılmak suretiyle de olsa ısrarla devam ettirilmesi dikkat çekici olup, gerçek amaç dışına çıkıldığını göstermektedir.
Bu nedenle davalı sendikanın tüzüğünün “Sendikanın Amaçları” başlıklı 2. maddesinin ( b ) bendinde “Toplumun bütün bireylerinin, temel insan hakları ve özgürlükler doğrultusunda demokratik, laik, bilimsel ve parasız eğitim görmesini, bireylerin ana dillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur.” şeklindeki düzenlemeden “…bireylerin ana dillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur.” sözcüklerinin Anayasanın 3, 42/6, Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununun 20. maddesi hükümlerine aykırı olduğundan 4688 sayılı Yasanın 37. maddesi uyarınca mahkemece davalı sendikanın kapatılmasına karar vermek gerekirken yazılı şekilde davanın reddi hatalıdır… )
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
KARAR : Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
A- DAVACININ İSTEMİNİN ÖZETİ:
Davacı, E. Sendikası ( E.S. ) Genel Merkez Yönetim Kurulu üyeleri haklarında açılan davada; Sendika Tüzüğünün, “Sendikanın Amaçları” başlığını taşıyan 2. maddesinin ( b ) bendinde; “toplumun bütün bireylerinin, temel insan hakları ve özgürlükleri doğrultusunda demokratik, laik, bilimsel ve parasız eğitim görmesini, bireylerin ana dillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur” ifadelerinde geçen ( kendi ana dilinde ) ibaresi Anayasanın 3. ve 42 maddelerine uygun düşmediğinden, bu ibarenin madde metninden çıkartılması için A. Valiliğinin, anılan Sendikaya yazdığı yazıya rağmen, sendikanın anılan maddede herhangi bir değişiklik yapmadığı, Tüzükte geçen ifadenin Türkiye Cumhuriyet Anayasasının 3. maddesinde “Türkiye Devleti, Ülkesi ve Milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir”, 42. maddesinin 6. paragrafında “Türkçe’den başka hiçbir dil eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez”, Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi ile Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanunun 2. maddesinin ( a ) fıkrasında, “Eğitim ve Öğretim Kurumlarında Türk vatandaşlarına Türkçe’den başka hiçbir dil ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez”, 4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununun 20. maddesinde “bu Kanuna göre kurulan sendika ve konfederasyonlarının işleyişleri Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerine ve demokratik esaslara aykırı …” olamayacağını öngören Anayasa ve kanun hükümlerine rağmen davalı Sendikanın, Tüzüğünün 2. maddesindeki “bireylerin ana dillerinde öğrenim görmesi” ibaresini tüzüğünden çıkarmadığı belirtilerek;
“… E. Sendikasının 4688 Sayılı Kanunun 37. maddesi gereğince kapatılmasına karar verilmesi kamu adına dava ve talep” edilmektedir..
B- DAVALININ YANITININ ÖZETİ:
4688 sayılı Yasanın 37. maddesine dayanarak kapatma istenmesine karşın, tüzel kişiliğin anılan madde de belirtilen nitelikte yasadışı bir faaliyetinin söz konusu olmadığı, Anayasaya aykırılığı iddia edilen tüzüğün ilgili bendinin, var olan düzenlemeler içerisinde yasal bulunduğu, Anayasa’nın 13, 25, 26, 51. maddeleri , 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunun 4 üncü maddelerine bakıldığında; düşünceyi toplu olarak ifade etme niteliği taşıyan Sendika Tüzüğünün 2/b maddesi gerekçe gösterilerek sendikanın kapatılmak istenmesinin hukuka aykırı olduğu, ayrıca Anayasanın 90. maddesinin son fıkrasının, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” hükmü karşısında, ülkemizin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ışığında ve AİHM’nin içtihat niteliğini almış kararları birlikte değerlendirildiğinde, sendikanın kapatılmasına ilişkin olarak açılmış davanın reddine karar verilmesi gerektiği savunulmaktadır.
C- YEREL MAHKEMENİN KARARININ ÖZETİ:
Davanın sendika yöneticilerine karşı açılması “temsilcide yanılma” olarak kabul edilmiş ve davanın kapatılması istenen sendika tüzel kişiliği ile devam ettirilmesi gerektiği belirtilerek, davalı Sendikanın tüzüğünde bulunan hükümlerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin toprak bütünlüğüne, Ulus bütünlüğüne, devletin tekliğine, sınırların değişmezliğine karşı bir tehlike olarak görülmediği, davalı Sendikanın yukarıda belirtilen ilkelere aykırı davrandığı konusunda dosyada somut bir belge ve veri bulunmadığı, Anayasa’nın 90/son madde hükmüne göre, temel hak ve özgürlüklere ilişkin Milletlerarası Antlaşmalarla yürürlükteki Türkiye Cumhuriyeti Kanunları aynı konularda farklı hükümler içerdiklerinde çıkabilecek uyuşmazlıkların çözümünde Milletlerarası Antlaşma hükümleri yürürlükte olup, uygulanmalarının gerektiği, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. ve 11. maddelerinin, 4688 sayılı Yasa hükümleri ile karşılaştırıldığında uluslararası sözleşmelerin uygulanacağı sonucuna ulaşıldığı, bir başka anlatımla düşünceyi açıklama özgürlüğü ile örgütlenme özgürlüğü konularında öncelikle sözü edilen 10 ve 11. madde hükümlerinin uygulanmasının gerektiği, yapılan değerlendirmede sendika tüzüğünün 2. maddesinin ( b ) bendi hükmünün Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine 10 ve 11. maddelerine bir aykırılık görülmediği, mahkemenin, 4688 sayılı Kanunun, ( tüzüğün, yasaya aykırılık oluşturmasına ) ilişkin hükmünü değerlendirirken amaca uygun yorum ilkesi ile hareket edildiğini, buna göre; mahkemenin öncelikle yasada belirtilen süreyi kapatılması istenen sendika tüzel kişiliğine vererek, sendikanın verilen sürede işlem yapmasının beklemesi, sendika tüzüğünü belirtilen şekilde değiştirmez ise mahkemenin o zaman işin esasına girip inceleme yapmasının gerektiği, mahkemenin bu hukuki anlayışla davayı irdeleyip çözümlediği belirtilerek; “Davalı Sendikanın kapatılma istemi yerinde görülmediğinden reddine” karar verilmiştir.
D- TEMYİZ EVRESİ, BOZMA VE DİRENME:
Hüküm, Cumhuriyet Başsavcılığının temyizi üzerine Özel Daire’ce yukarıya aynen alınan gerekçelerle bozulmuş, yerel mahkemece bu bozmaya karşı önceki gerekçeler ve ek olarak; kapatılması istenen sendikanın tüzüğündeki sözcüklerin yasalara aykırı olduğu düşünülse dahi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10 ve 11. madde hükümlerine göre sendika, dernek ya da siyasi partilerin kapatılması için “yakın tehlike” ve “şiddet ölçüsü”nün arandığı, kapatılması istenen sendikanın tüzüğündeki ifadenin belirtilen öğeleri içermediği belirtilerek, direnme kararı verilmiştir.
E- MADDİ OLAY:
Davalı Sendika Tüzüğünün 2/b maddesinde yer alan “bireylerin ana dillerinde öğrenim görmesi” ibaresinin Anayasanın 3, 42/6. ve 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununun 20. maddesine aykırılık oluşturulduğu, yapılan bildirime karşın bu ifadenin tüzükten çıkarılmadığı nedeniyle A. Valiliğince, 4688 sayılı Kanununun 37. maddesi uyarınca sendikanın kapatılması için Cumhuriyet Başsavcılığına yapılan başvuru sonucunda Cumhuriyet Başsavcılığının, sendikanın anılan ibareyi tüzüğünden çıkarmadığını belirterek, 4688 Sayılı Kanunun 37. maddesi gereğince kapatılmasına karar verilmesini istemesi üzerine yapılan yargılama sonucunda, yukarıda açıklanan gerekçeler ile davanın reddine karar verilmiştir.
F- KONU İLE İLGİLİ YASAL VE ULUSLARARASI DÜZENLEMELER:
a ) Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın İlgili Maddeleri:
– Madde 3/1: Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.Dili Türkçe’dir.
– Madde 42/son: Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır.
– Madde 42/4: Eğitim ve öğretim hürriyeti, Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz.
– Madde 25: Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.
Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.
– Madde 26- Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak yada vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.
( Değişik: 3/10/2001- 4709/9 md. ) Bu hürriyetlerin kullanılması, milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.
( Üçüncü fıkra mülga: 3/10/2001- 4709/9 md. )
Haber ve düşünceleri yayma araçlarının kullanılmasına ilişkin düzenleyici hükümler, bunların yayımını engellememek kaydıyla, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin sınırlanması sayılmaz.
( Ek: 3/10/2001- 4709/9 md. ) Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir.
– Madde 51: ( Değişik: 3/10/2001- 4709/20 md. )
Çalışanlar ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten serbestçe çekilme haklarına sahiptir. Hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz.
Sendika kurma hakkı ancak, milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlak ile başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebepleriyle ve kanunla sınırlanabilir.
Sendika kurma hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir.
Aynı zamanda ve aynı işkolunda birden fazla sendikaya üye olunamaz.
İşçi niteliği taşımayan kamu görevlilerinin bu alandaki haklarının kapsam, istisna ve sınırları gördükleri hizmetin niteliğine uygun olarak kanunla düzenlenir.
Sendika ve üst kuruluşlarının tüzükleri, yönetim ve işleyişleri, Cumhuriyetin temel niteliklerine ve demokrasi esaslarına aykırı olamaz.
– Madde 90/son: Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. ( Ek cümle: 7/5/2004- 5170/7 md. ) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.
– Madde 66/1: Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.
– Madde 13 – ( Değişik: 3/10/2001- 4709/2 md. )
Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.
– Madde 14: ( Değişik: 3/10/2001- 4709/3 md. )
Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.
Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.
Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir.
b ) 2923 sayılı Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi İle Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve
Lehçelerinin Öğretilmesi Hakkında Kanun’un İlgili 2/a-b Maddesi:
a ) ( Değişik: 30/7/2003- 4963/23 md. ) Eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına Türkçe’den başka hiçbir dil, ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Ancak, Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesi için, 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu hükümlerine tabi olmak üzere özel kurslar açılabilir; bu kurslarda ve diğer dil kurslarında aynı maksatla dil dersleri oluşturulabilir. Bu kurslar ve derslerde, Cumhuriyetin Anayasada belirtilen temel niteliklerine, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı öğretim yapılamaz. Bu kursların ve derslerin açılmasına ve denetimine ilişkin esas ve usuller, Milli Eğitim Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.
b ) İlköğretim, ortaöğretim ve yaygın eğitim kurumlarında, Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkılaplarını konu olarak alan Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, Türk Dili ve Edebiyatı, Tarih, Coğrafya, Sosyal Bilgiler, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri ve Türk Kültürüyle ilgili diğer dersler; yabancı dille okutulamaz ve öğretilemez. Öğrencilere, eğitim ve öğretimleri süresince bu derslerle ilgili araştırma görevleri ve ödevler, Türkçe’den başka hiçbir dille yaptırılamaz.
c ) 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’nun İlgili Maddeleri:
Madde 20: Bu Kanuna göre kurulan sendika ve konfederasyonların yönetim ve işleyişleri Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerine ve demokratik esaslara aykırı olamaz.
Sendika ve konfederasyonlar kamu makamlarından maddi yardım kabul edemez, siyasi partilerden maddi yardım alamaz ve onlara maddi yardımda bulunamazlar.
Sendika ve konfederasyonlar siyasi partilerin kuruluşu içinde yer alamazlar; siyasi partilerin ad, amblem, rumuz veya işaretlerini kullanamazlar.
Sendika ve konfederasyonlar ticaretle uğraşamazlar.
Madde 3/f: Sendika’yı, “kamu görevlilerinin ortak ekonomik, sosyal ve mesleki hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için oluşturdukları tüzel kişiliğe sahip kuruluşlar” diye tanımlamıştır.
Madde 7/b: Maddesi ise; Sendika ve konfederasyonların tüzüklerinde;
“Sendika veya konfederasyonun amacı ve bu amacı gerçekleştirmek üzere sürdürülecek çalışma konuları ile çalışma usulleri”nin gösterilmesini zorunlu kılmıştır.
Madde 37: Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerine ve demokratik esaslara aykırı faaliyetlerde bulunan sendika ve konfederasyon, merkezlerinin bulunduğu yer Cumhuriyet Başsavcısının istemi üzerine iş davalarına bakmakla görevli mahalli mahkeme kararı ile kapatılır.
Yukarıdaki fıkraya aykırı hareket eden sendika şubesi, sendika ve konfederasyonlar hakkında 2908 sayılı Dernekler Kanununun 54 üncü maddesi uyarınca işlem yapılır.
Madde 6: Sendika ve konfederasyonlar önceden izin almaksızın serbestçe kurulurlar.
Sendika kurucusu olabilmek için en az iki yıldan beri kamu görevlisi olarak çalışmak yeterlidir.
Sendikanın kurucuları; sendika tüzüğü, kurucuların nüfus cüzdanı örnekleri, ikametgah belgeleri, kamu görevlisi olduklarını gösterir belgeler ile sendikayı ilk genel kurula kadar sevk ve idare edeceklerin kimliklerini kuruluş dilekçelerinin ekinde sendika merkezinin bulunacağı ilin valiliğine vermek zorundadırlar.
Konfederasyon kurucuları, konfederasyon tüzüğü ile sendikaların konfederasyon kurulmasına ilişkin kurucular kurulu kararını ve ilk genel kurula kadar sevk ve idare edeceklerin kimliklerini konfederasyon merkezinin bulunacağı ilin valiliğine alındı belgesi karşılığında vermek zorundadırlar. Konfederasyonu ilk genel kurula kadar sevk ve idare edecekler, üyesi oldukları sendikaların zorunlu organlarına seçilmemişlerse, sendika kurucuları için istenilen diğer belgeleri de eklemekle yükümlüdürler.
Yukarıda anılan belge ve tüzüklerin ilgili valiliğe verilmesi ile sendika veya konfederasyon tüzel kişilik kazanır.
Valilik, tüzük ve belgelerin birer örneğini, beş çalışma günü içinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Devlet Personel Başkanlığına gönderir.
Tüzüğün veya bu Maddede sayılan belgelerin içerdikleri bilgilerin kanuna aykırılığının tespit edilmesi ya da bu Kanunda öngörülen kuruluş koşullarının gerçekleşmediğinin anlaşılması halinde, ilgili valilik eksikliklerin bir ay içinde tamamlanmasını ister. Tamamlanmadığı takdirde sendika veya konfederasyonun faaliyetinin durdurulması için iş mahkemesine başvurur.
Mahkeme, kanuna aykırılığın veya eksikliğin giderilmesi için altmış günü aşmayan bir süre verir. Verilen süre sonunda tüzük ve belgeler kanuna uygun hale getirilmemişse, mahkeme sendika veya konfederasyonun kapatılmasına karar verir.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, sendika ve konfederasyonlar için birer bilgi kaydı tutar.
d ) 3694 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun’un İlgili
Maddesi:
Madde 4/1: ( Değişik: 15/05/2002 – 4756/2 ) Radyo, televizyon ve veri yayınları, hukukun üstünlüğüne, Anayasanın genel ilkelerine, temel hak ve özgürlüklere, milli güvenliğe ve genel ahlaka uygun olarak kamu hizmeti anlayışı çerçevesinde yapılır. Yayınların Türkçe yapılması esastır. Ancak, evrensel kültür ve bilim eserlerinin oluşmasına katkısı olan yabancı dillerin öğretilmesi veya bu dillerde müzik veya haber iletilmesi amacıyla da yayın yapılabilir. ( Ek: 03.08.2002 – 4771/8 Mülga ) ( Ek 15.07.2003 -4928/14 )Ayrıca kamu ve özel radyo ve televizyon kuruluşlarınca Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilir. Bu yayınlar , Cumhuriyetin Anayasada belirtilen temel niteliklerine, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı olamaz. Bu yayınların yapılmasına ve denetimine ilişkin usul ve esaslar, Üst Kurulca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.
e ) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin İlgili Maddeleri:
Madde 10: 1.Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir almak ve vermek özgürlüğünü de içerir. Bu madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir.
2. Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir.
Madde 11: 1. Herkes asayişi bozmayan toplantılar yapmak, demek kurmak, ayrıca çıkarlarını korumak için başkalarıyla birlikte sendikalar kurmak ve sendikalara katılmak haklarına sahiptir. 2. Bu hakların kullanılması, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amaçlarıyla ve ancak yasayla sınırlanabilir. Bu madde, bu hakların kullanılmasında silahlı kuvvetler, kolluk mensupları veya devletin idare mekanizmasında görevli olanlar hakkında meşru sınırlamalar konmasına engel değildir.
G- UYUŞMAZLIK:
Davalı E. Sendikası Tüzüğünün “Sendikanın Amaçları” başlıklı 2. maddesinin ( b ) bendinde; “Toplumun bütün bireylerinin temel insan hakları ve özgürlükleri doğrultusunda demokratik, laik, bilimsel ve parasız eğitim görmesini, bireylerin anadillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur” denilmiştir ve davalı sendika yukarıda gerekçede yer verildiği üzere yapılan uyarılara karşın, Tüzüğünde yer alan bu ifadenin Anayasa ve yasalara bir aykırılık teşkil etmediğini, uluslararası sözleşmelerin konuya ilişkin değerlendirmelerine uygun olduğunu, bu nedenle tüzüklerinde değişiklik yapmayacaklarını bildirmiştir.
Görüldüğü üzere yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık, sendika tüzüğünün ( sendikaların amaçları ) bölümünde yer alan, “…bireylerin anadillerinde öğrenim görmesini savunur” ibaresinin kanuna, Cumhuriyetin temel niteliği ve demokratik esaslar unsuruna aykırılık oluşturup oluşturmadığı noktalarında toplanmaktadır.
H- GEREKÇE:
a ) Anayasa Açısından İrdeleme:
Türkiye Cumhuriyeti, tek yapılı yani uniter bir devlettir. Bu husus Anayasa’nın 3. maddesinde açıkça “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” denilmek suretiyle ifadesini bulmuş ve bu niteliğin doğal bir sonucu olarak da maddede dilinin Türkçe olduğuna yer verilmiştir. Yine bu niteliğin bir başka sonucu olarak 42. maddenin son fıkrasında, Türk vatandaşlarına eğitim ve öğretim kurumlarında Türkçe’den başka hiçbir dilin anadil olarak okutulamayacağı ve öğretilemeyeceği bir Anayasa kuralı olarak öngörülmüştür.
Bir başka deyişle milletin bütünlüğü, kamusal yaşamda milletin tekliği demektir ve bu nedenle kamusal yaşamda ulusal kültür geçerlidir ve hukukun koruması altındadır. Özel yaşamda ise herkes ait olduğunu hissettiği kültürü yaşayabilir ( Bülent Tanör-Necmi Yüzbaşıoğlu, 1982 Anayasasına göre Türk Anayasa Hukuku, Yapı Kredi Yayınları, İst.2001, sh: 106 ).
Devletin tekliği, üniter oluşu Anayasa’nın 4. maddesine göre değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez.
Anayasa’nın 66. maddesinde ise “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” denilmiştir.
Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü kuralı sadece kanun koyucuyu değil, bütün kurumları ve vatandaşları da bağlayan, onlar açısından da sonuç doğuran bir ilkedir.
42. maddenin 4. fıkrası ise, açıkça “Eğitim ve öğretim hürriyetinin Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmayacağını” öngörmektedir.
Bütün bunlardan çıkan kesin sonuç, Türkiye Cumhuriyetinde öğrenimin Türkçe ile yapılacağı hususudur.
Ana dil en yalın tanımıyla, bireylerin yakın çevreleriyle ilk etkileşimini sağladığı dili ifade eder.
Kişi ana dilini çevresinde öğrenir ve Türkçe’nin kullanımının zorunlu olduğu alanlar dışında bu dili istediği gibi kullanır.
Nitekim toplumda kullanılan farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesi bu dil ve lehçelerde yayın yapılabilmesi demokratik bir hak olarak kabul edilmiş ve bu amaç yapılan yasal düzenlemeler hayata geçirilmiştir.
Bu düşüncenin sonucu ve somutlaştırılması olarak da, 2923 sayılı Yabancı Dil Eğitim ve Öğrenimi ile Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanun ile Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesine olanak sağlanmış, esasları düzenlenmiş, bu yöndeki hak ve özgürlüklerin uygulanmasına yer verilmiştir.
Buna paralel bir düzenleme olarak 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluşu ve Yayınları Hakkında Kanun ile de Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde yayın yapılabilmesi olanaklı hale getirilmiştir.
Ancak, ana dilde öğrenim ise çok farklı bir kavramdır ve ilk öğretimden itibaren tüm eğitim ve öğretimin devletin resmi dili dışında, farklı dillerde de eğitim ve öğretimde kullanılmasını gerektirir. Bir başka deyişle ana dilde öğrenim haklarının hayata geçmesi, bir devlette sayısı belirsiz ana dilin kamusal alana taşınması demektir.
Bu da üniter bir devlet olan, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olan, dili Türkçe olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasası ile bağdaşmaz. Anayasamız gereği Türkiye Cumhuriyetinde “Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez”.
Çünkü farklı dil ve lehçeleri sadece bir kültür öğesi görmek yerine, bu öğelerin “farklı ana diller” adı altında eğitim ve öğretim alanına sokmayı amaçlamak, yukarıda da belirtildiği gibi Anayasaya aykırılık oluşturması yanında, toplumsal çelişkileri, eğitim, öğretim, bilimsel ve kamusal alanda da artırmaya neden olacaktır.
Türkçe eğitim almak, ülkenin kamusal alanlarına, aldığı bu eğitim ve öğretim doğrultusunda katılacak yurttaşlar için bir hak, Türk dilinde eğitim ve öğretim yaptırmakta, yurttaşlarını hiçbir ayrım gözetmeksizin yurttaşlık statüsüyle kendisine bağlamış Türkiye Cumhuriyetinin, yurttaşlarına sunduğu bir hizmet, bir görevdir. Ana dilde öğrenimin hayata geçmesi demek, bir devlette sayısı belirsiz ana dilin kamusal alanda boy göstererek bireyler aracılığıyla kamusal alana taşınması demek olacaktır ki, bu da yukarıda da belirtildiği üzere ulusal bütünlüğünü, ülkesi ve milletiyle bölünmezliğe ve diline bağlayan Cumhuriyetin üniter yapısı ile bağdaşmaz.
Bu durumda davalı sendikanın, bireylerin ana dillerinde öğrenim görmesini savunması açıkça Anayasaya aykırıdır.
b ) Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu Açısından İrdeleme:
Anayasanın yukarıya da aynen alınan 51. maddesi, Sendika kurma hakkını düzenlemiş ve bu hakkın hangi nedenlerle sınırlanabildiğini de göstermiştir.
4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikalar Kanunu’nun: 3/f maddesi Sendikayı, “kamu görevlilerinin ortak ekonomik, sosyal ve mesleki hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için oluşturdukları tüzel kişiliğe sahip kuruluşlardır” şeklinde tanımlanmıştır.
Görüldüğü üzere bu Kanun ile kamu görevlilerinin ortak ekonomik, sosyal ve mesleki hak ve çıkarlarının korunması ve geliştirilmesi amaçlanmıştır ve uluslararası sözleşmelerde de anlamını bulan örgütlenme özgürlüğünün somut bir göstergesidir, şeklidir. Ancak bu örgütlenme özgürlüğü, hiçbir zaman fertlerin Anayasada ifadesini bulan Cumhuriyetin temel niteliklerine ve demokratik esaslara aykırı faaliyette bulunmalarına olanak vermez.
Üzerinde durulması gereken husus bu amaca ulaşmada kullanılan yöntem ve araçların amaçları gerçekleştirmekte gerekli ve yeterli bulunup bulunmadığı, demokratik esaslar karşısında ölçülü bir yaklaşımın benimsenip benimsenmediğidir. Bu yön sadece anılan tüzel kişilik için değil, tüm toplamsal kesitler için de siyasal, ekonomik ve en önemlisi toplumsal uzlaşı ve ortak gelecek için benzeri anlamları ifade etmelidir.
4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’nun kuruluş işlemlerini düzenleyen 6. maddesi uyarınca sendika tüzüğünün içerdiği bilgilerin kanuna aykırılığının tespit edilmesi halinde, ilgili valilik eksikliklerin tamamlanmasını istemekte, tamamlanmadığı takdirde ise, mahkemece, kanuna aykırılığın veya eksikliğin giderilmesi için bir süre verilmekte, verilen süre sonunda tüzük ve belgeler kanuna uygun hale getirilmemişse, sendika veya konfederasyonun kapatılmasına karar verilmektedir.
Madde hükmü ile, sendika tüzüğünün, kamu çalışanlarının sosyal, ekonomik ve kültürel menfaatlerini sağlamaya uygun nitelikteki unsurlardan oluşması amaçlanmaktadır. Bir ölçüde, sendika hakkının kapsamı belirlenmekte, sendika hakkı adı altında sınırsız bir örgütlenme hakkının ve yararlanmanın söz konusu olamayacağı ifade edilmeye çalışılmaktadır.
Davalı Sendikanın Tüzüğünün 2/b maddesindeki “bireylerin ana dillerinde öğrenim görmesini….savunur” şeklinde belirtilen amacını; düşüncenin ifade edilmesinden başka bir şey değildir, şeklinde savunulmasını, geçerli kabul etmek mümkün değildir. Çünkü dernek, vakıf, sendika, siyasi parti vb. kurumların örgütlenmelerine ilişkin esasları, özel olarak bu konuları düzenleyen Anayasal ve yasal hükümlerin dışına çıkarıp, genel bir düşünce ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında ele almak, bu kuruluşların tabi tutulduğu özel yasaların varlık sebebini ve amacını ortadan kaldırmak veya görmezden gelmek olur ki, bu da genel hukuk mantığına aykırıdır. Hukuk mantığı ve ilgili yasalarla kurulması ve korunması amaçlanan hukuk düzeni, böyle bir yorumu kabule olanak vermez.
4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’nun 7/b maddesinde, sendikaların tüzüklerinde amaçlarının yer alacağı, 20. maddesinde ise sendika ve konfederasyonların yönetim ve işleyişlerinin Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerine ve demokratik esaslara aykırı olamayacağı,
Kurala bağlanmıştır.
Davalı Sendika, tüzüğünün “Sendika amaçları” başlıklı 2. maddesinin ( b ) bendinde:
“Toplumun bütün bireylerinin, temel insan hakları ve özgürlükleri doğrultusunda demokratik, laik, bilimsel ve parasız eğitim görmesini, bireylerin anadillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur.”
Amacına yer vermiştir.
Bu amacı, yukarda belirtilen, Anayasanın 51, 4688 sayılı Kanunun 3/f, 7/b ve 20. maddeleri ile bağdaştırmak mümkün değildir. Çünkü bir sendika, Anayasanın kamu görevlileri sendikası için öngörüp çizdiği sınırlar çerçevesinde faaliyette bulunmak zorundadır ve faaliyette bulunurken de, Anayasanın öngördüğü ve buna dayalı olarak çıkartılan Kanunun da belirlediği ilkelere kesinlikle uyması gerekir.
Davalı sendikanın bireylerin anadilde öğrenim görmesini amaçlaması, bu bakımdan da Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’na ve Anayasaya aykırıdır.
c ) Anayasanın 90/son maddesi ile İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 10 ve 11. Maddeleri Açısından İrdeleme:
Kapatma davasının konusu olan tüzük kuralını ulusal ve uluslararası hukuk çerçevesinde değerlendirmeden önce Anayasanın 90/son maddesi ile oluşan durum üzerinde durmak, bu düzenlemenin anlamını ortaya koymak gerekir.
Son fıkraya eklenen cümlede aynen;
“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”
Denmektedir.
Bu düzenleme, ulusal hukuk ile uluslararası sözleşmeler arasında oluşabilecek çatışma sorununa çözüm getirmeyi amaçlamıştır.
90. madde uyarınca uluslararası andlaşmaların anayasaya aykırılığı iddia edilemeyeceği için bu andlaşmaların Anayasa ile birlikte yorumlanması gerekecektir.
Anayasanın 25. maddesi ile düşünce ve kanaat hürriyeti , 26. maddesi ile düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti, 51. maddesi ile sendika kurma hakkı düzenlenmiştir. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin ifade özgürlüğünü düzenleyen 10., örgütlenme özgürlüğünü düzenleyen 11. maddeleri, Kamu Hizmetinde Örgütlenme Hakkının Korunması ve İstihdam Koşullarının Belirlenmesi Yöntemlerine İlişkin Sözleşme, Sendika Özgürlüğüne ve Örgütlenme Hakkının Korunmasına İlişkin Sözleşme, Örgütlenme ve Toplu Pazarlık Hakkına İlişkin Sözleşmeler de dikkate alındığında, bu sözleşmeler ve diğer mevzuat iç hukukumuzda bütünleşmiş belgeler niteliği ile yargı yerlerini de bağlayan onaylanmış uluslararası sözleşme niteliğindedir.
Belirtilen metinlerde, ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin önündeki yasal ya da yönetsel engeller açılmaya, kapsamı genişletilmeye çalışırken, bir kısım sınırlamalara da yer verildiği görülmektedir.
Davalı Sendika tüzüğünde yer alan ibarenin, ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamında hukuksal koruma bulup bulamayacağı sorununa gelince:
Anayasanın 26. maddesi ile, “Bu hürriyetlerin kullanılması, milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi…” amaçlarıyla “düşünceyi açıklama ve yayma” özgürlüğünün sınırlanabileceği, Anayasanın 51. maddesi ile sendika kurma hakkının, “…ancak, milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlak ile başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebebiyle ve kanunla …” sınırlanabileceği, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 10. maddesinde ifade özgürlüğünün “…ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, asayişsizliğin veya suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının ün ve haklarının korunması, gizli kalması gereken haberlerin yayılmasına engel olunması veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için kanunla öngörülen bazı formalitelere, şartlara, sınırlamalara ve yaptırımlara…” bağlanabileceği, benzeri nedenler ile Sözleşmenin 11. maddesinde tanımını bulan örgütlenme ve toplantı özgürlüğüne engeller konulabileceği, Sendika Özgürlüğüne ve Örgütlenme Hakkının Korunmasına İlişkin Sözleşmenin 8. maddesinde belirtildiği üzere, “Çalışanlar ve işverenlerle bunlara ait örgütler bu sözleşme ile kendilerine tanınmış olan hakları kullanmada, diğer kişiler veya örgütlenmiş topluluklar gibi, yasalara uymak zorunda…” olduklarına dikkat çekilmektedir. Ulusal hukuka bakıldığında sınırlamalara ilişkin düzenlemenin Sözleşmenin 10 ve 11. maddelerinin göz önüne alınarak yapıldığı görülmektedir.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 10 ve 11. maddeleri, görüldüğü üzere güvenceye alınan haklar yanında sınırlama nedenlerine de yer vermiştir. Belirtilen sınırlama nedenleri yanında diğer önemli bir yön, sınırlamanın “yasa ile” getirilmiş olması ve özellikle de “demokratik toplumlarda zorunlu önlemler” niteliği taşımasıdır. Bu koşul, sınırlamaların istisna oluşuyla yakından ilgilidir. Sendika hakkına getirtilen yasak ve sınırlamaların iç hukuk düzenlemeleriyle temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası andlaşmalara uygun bulunup bulunmadığı, iç hukuk düzenlemelerinin bu andlaşmalarla uyumlu olup olmadığının belirlenmesi gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin, daha önce belirtilen tek yapılı ( üniter ) devlet anlayışına uygun olarak Anayasanın 3 ve 42. maddelerinde ifadesini bulan, ülke sınırları içersinde eğitim ve öğretim alanında anadil birliğinin sürdürülmesi yönündeki ulusal istencini işlevsiz kılmaya yönelik bir sendikal amacın, üyelerinin çalışma hayatına yönelik olumlu bir katkıyı ifade edemeyeceği ve yürürlükte bulunan Anayasal ve yasal sisteme aykırı olduğu belirgindir.
Bu nedenle tüzükte yer verilen Anayasa ve ilgili yasaya uyarlılık göstermeyen amaç bendinde belirtilen değişikliğin yapılmasının, ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanında demokratik bir eksiklik yaratmayacağı açıktır. Bu açıdan sendika hakkı bu sınırlı nedenle kısıtlanabilir ve sınırlamanın demokratik toplum düzeni için zorunlu bir önlem niteliği taşıdığının kabulü gerekir. Bu bakımdan davalı Sendikanın anadilde öğrenim savunmasının Anayasa’nın 90/son maddesi ile İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 10 ve 11. maddesine dayandırılması da olanaksızdır.
d ) İrdelemelerden Ulaşılan Sonuç:
Anayasamızın 51. maddesi ile 4688 sayılı Kanunun 20. ve 37. maddeleri, davalı Sendikaya yapılan müdahalelerin yasal dayanaklarıdır. Bu yasaların koruduğu alan ise Cumhuriyetin temel niteliklerine ilişkin Anayasanın 3. ve 42/son cümlesindeki kurallardır.
Eş söyleyişle; ana dilde öğrenim görmeyi savunmak Anayasanın 3. ve 42/6. maddeleri ile belirtilen hükümlere aykırı bulunduğu, taraf olduğumuz uluslararası temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmelerle uyumlu iç hukuk düzenlemeleri ve kurallarıyla çatıştığı, demokratik bir toplumda, ( üniter devlet yapısını bozmayı amaçlamanın yaptırımının ) zorunlu önlemler niteliğinde bulunduğu gözetildiğinde, yukarıda belirtilen nedenler ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ : Davacının temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda açıklanan ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nın 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, 25.5.2005 gününde bozmada oybirliği, sebebinde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY :
A. Cumhuriyet Başsavcılığınca davalı E. Sendikası Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyeleri hasım gösterilmek suretiyle açılan davada; adı geçen Sendika Tüzüğünün 2. maddesinin ( b ) bendinde yer alan “toplumun bütün bireylerinin, temel insan hakları ve özgürlükleri doğrultusunda demokratik, laik, bilimsel ve parasız eğitim görmesini, bireylerin ana dillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur” ifadelerindeki ( kendi ana dilinde ) ibaresinin Anayasanın 3. ve 42. maddelerince uygun düşmediği, sendikaya yapılan uyarıya rağmen, anılan maddede değişiklik yapılmadığı, böylece 4688 Sayılı Kanunun 37. maddesine aykırı davranıldığı ileri sürülerek sendikanın kapatılmasının istendiği, mahkemece yapılan yargılama sonunda ise istek yerinde görülmeyerek davanın reddedildiği anlaşılmaktadır.
Kararın temyizi üzerine Yüksek 9. Hukuk Dairesinin 3.11.2004 günlü kararında; 4688 Sayılı Kamu Sendikaları Kanununun 37. maddesinin “Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerine ve Demokratik esaslara aykırı faaliyetlerde bulunan sendika ve konfederasyon, merkezinin bulunduğu yer Cumhuriyet Başsavcısının istemi üzerine iş davalarına bakmakla görevli mahalli mahkeme kararı ile kapatılır” hükmüne atıfta bulunularak, aynen;
“Mahkemece 4688 Sayılı Kanunun 6. maddesi uyarınca tüzüğünde değişiklik yapması için 13.7.2004 tarihli duruşmada davalı sendikaya 60 günlük süre vermiştir. Esasen mahkeme davalı sendikanın tüzüğünde kanuna aykırılık bulunup bulunmadığını açılan dava üzerine hemen değerlendirip, buna göre süre verilip verilmeyeceğini kararlaştırmak zorundadır. Tüzüğü değerlendiren mahkeme yasalara aykırı olduğunu tespit ederek ilgili sendikaya düzeltme yapması yönünde süre vermiş olup, tüzüğün kanunlara uygun hale getirilmemesinin yaptırımı sendikanın kapatılması olduğu halde sendika vekilinin tüzükte değişiklik yapılmayacağı yolundaki beyanına rağmen davanın reddine karar verilmiştir.
Mahkemenin gerekçeli kararında; “… verilen sürede tüzük düzeltilmez ise işin esasına girilmesi; düzeltilme halinde ise verilen mehile ve ihtara uyulduğu için karar verilmesine yer olmadığı…” şeklinde hüküm kurulması gerektiği ifade edilmiştir. Mahkeme verdiği ihtarla tüzükteki düzenlemenin yasaya aykırılığını baştan itibaren kabul etmiş ve kendisini bağlamıştır. Gerçekten 4688 Sayılı Yasanın 6. maddesi hakime taktir hakkı da vermemektedir. Mahkeme yapacağı incelemede kanuna aykırılık olup olmadığını belirleyip, tarafları da dinleyip düzenleme yapılması yönünde karar verdiğine göre, düzeltme yapılmaması üzerine yeniden esas girip inceleme yapamaz. Anılan yasa hükmü emredici niteliktedir. Mahkeme bu durumda sadece sendikanın kapatılmasına karar verebilir.”
Düşüncelerine yer verilmiş, sonuç olarak da sendika tüzüğündeki sözcüklerin Anayasanın 3, 42/6 ve 4688 Sayılı Yasanın 20. maddesine aykırı olduğu gerekçesi ile yine aynı yasanın 37. maddesi uyarınca sendikanın kapatılmasına karar verilmesi gerektiği ifade edilmiştir.
Yüksek Dairenin hükmüne dayanak yaptığı yasal düzenlemeler irdelendiğinde;
4688 Sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununun 6. maddesinin “Kuruluş İşlemleri” başlığı altında;
Sendika ve konfederasyonlar önceden izin almaksızın serbestçe kurulurlar.
Sendika kurucusu olabilmek için en az iki yıldan beri kamu görevlisi olarak çalışmak yeterlidir.
Sendikanın kurucuları; sendika tüzüğü, kurucuların nüfus cüzdanı örnekleri, ikametgah belgeleri, kamu görevlisi olduklarını gösterir belgeler ile sendikayı ilk genel kurula kadar sevk ve idare edeceklerin kimliklerini kuruluş dilekçelerinin ekinde sendika merkezinin bulunacağı ilin valiliğine vermek zorundadırlar.
Konfederasyon kurucuları, konfederasyon tüzüğü ile sendikaların konfederasyon kurulmasına ilişkin kurucular kurulu kararını ve ilk genel kurula kadar sevk ve idari edeceklerin kimliklerini konfederasyon merkezinin bulunacağı ilin valiliğine alındı belgesi karşılığında vermek zorundadırlar. Konfederasyonu ilk genel kurula kadar sevk ve idare edecekler, üyesi oldukları sendikaların zorunlu organlarına seçilmemişlerse, sendika kurucuları için istenilen diğer belgeleri de eklemekle yükümlüdürler.
Yukarıda anılan belge ve tüzüklerin ilgili valiliğe verilmesi ile sendika veya konfederasyon tüzel kişilik kazanır.
Valilik, tüzük ve belgelerin birer örneğini, beş çalışma günü içinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Devlet Personel Başkanlığına gönderir.
Tüzüğün veya bu madde sayılan belgelerin içerdikleri bilgilerin kanuna aykırılığının tespit edilmesi ya da bu Kanunda öngörülen kuruluş koşullarının gerçekleşmediğinin anlaşılması halinde, ilgili valilik eksikliklerin bir ay içinde tamamlanmasını ister. Tamamlanmadığı takdirde sendika veya konfederasyonun faaliyetinin durdurulması için iş mahkemesine başvurur.
Mahkeme, kanuna aykırılığın veya eksikliğin giderilmesi için altmış günü aşmayan bir süre verir. Verilen süre sonunda tüzük ve belgeler kanuna uygun hale getirilmemişse, mahkeme sendika veya konfederasyonun kapatılmasına karar verir.
Şeklinde düzenlendiği görülmektedir.
Anılan yasa maddesinin Sendika ve Konfederasyonların kuruluş aşaması ile ilgili hükümler içerdiği açıktır. Maddenin 6 ve 7. fıkralarında da, eksik olup sağlanması ve ilgili makamlara verilmesi gerekli bilgi ve belgelerin yasaya aykırılığının saptanması veya eksikliklerin giderilmemesi halinde, kurulan sendika ve konfederasyonun ne şekilde kapatılacağının hükme bağlandığı görülmektedir.
Aynı Yasanın “Kapatma” başlıklı 37. maddesinde ise;
“Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerine ve Demokratik esaslara aykırı faaliyetlerde bulunan sendika ve konfederasyon, merkezlerinin bulunduğu yer Cumhuriyet Başsavcısının istemi üzerine iş davalarına bakmakla görevli mahalli mahkeme kararı ile kapatılır” hükmüne yer vermiştir.
Bu düzenlemenin; “Bu kanuna göre kurulan sendika ve konfederasyonların yönetim ve işleyişleri Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerine ve demokratik esaslara aykırı olamaz.” Hükmünü içeren aynı yasanın 20. maddesi ile bağlantılı bulunduğu “yönetim, işleyiş ve faaliyet” bakımından aykırılıkların yaptırım maddesi olduğu kuşkusuzdur.
Şu hale göre, bir Sendika yada Konfederasyonun kapatılmasının 4688 Sayılı Yasanın 6 veya 37. maddelerinden birinin düzenlediği hükümlere aykırılığın saptanması ile olanaklı hale gelebileceği düşünülmelidir.
Oysa Yüksek Daire, yukarda değinilen bozma ilamında; 4688 Sayılı Yasanın kuruluşa ilişkin 6. maddesindeki düzenlemeye aykırılığı gerekçe yapıp, aynı yasanın 37. maddesine dayalı hüküm oluşturmuştur. Bu suretle kuruluşu 8-10 yıl öncesine dayanan ve onbinlerce üyesi bulunan bir sendikanın, çelişik hükümleri içeren gerekçeyle faaliyetine son verilmesi, uygun görülemez.
Yüksek Daireyi ve onun görüşünü benimseyen Yüksek Hukuk Genel Kurulunu, davalı sendikanın kapatılması kararına götüren sürecin başlangıcı incelendiğinde, davalı sendikanın; “Sendikanın Amaçları” başlıklı 2 nci maddesinin ( b ) bendinde yer alan “Toplumun bütün bireylerinin demokratik, laik, bilimsel ve parasız bir eğitimden kendi ana dilinde; eşitlik içinde ve özgürce yararlanmasını savunur..” düzenlemesindeki “kendi ana dilinde” ifadelerinin madde metninden çıkarılması ve buna ilişkin tüzük değişikliği için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve A. Valiliğince uyarıldığı, bu uyarıların 4688 Sayılı Yasanın 6. maddesi gözetilerek yapıldığı, A. Cumhuriyet Başsavcılığınca açılan davada da A. 2. İş Mahkemesinin, aynı yasal düzenlemedeki usulü dikkate almak suretiyle işi incelemeye başladığı ve sonuçlandırdığı, keza Yüksek 9. Hukuk Dairesinin de davaya anılan madde çerçevesinde yaklaştığı tartışılmayacak kadar açıktır.
Öyle ise eldeki davanın bu çerçevede irdelenmesi gereklidir.
4688 Sayılı Yasanın yukarda metnine yer verilen 6. maddesinin konuyla ilgili 6 ve 7. fıkralarına birlikte bakıldığında; Sendika tüzüğünün kanuna aykırılığının saptanması halinde, ilgili Valilikçe bir aylık süre verilerek bunun giderilmesinin isteneceği, aksi halde mahkemeye başvurulacağı, mahkemece, yasaya aykırılığın veya eksikliğin giderilmesi bakımındın sendikaya altmış günü aşmayan süre verileceği, süre sonunda yasaya uygunluk sağlanmadığı takdirde Sendika veya Konfederasyonun kapatılmasına karar verileceğinin öngörüldüğü görülmektedir.
Böyle bir işleyişte, mahkemenin önüne gelen işte öncelikle, düzeltilmesi istenilen tüzük hükmünün yasaya aykırılığını belirleyip ilgili sendikaya bu doğrultuda süre vermesi asıldır. Nitekim Yüksek Daire kararında da bu hususa işaret etmiştir. Ne var ki, “mahkemenin bu gerekliliğe uymaksızın ve yasaya aykırılık yönünde bir değerlendirme yapmaksızın yargılamanın ilk oturumunda davalı Sendikaya tebliğ edilmek üzere tüzüğün ilgili maddesinin düzeltilmesi veya düzeltilmemesi konusunda 60 günlük süre verilmesine” biçiminde yasa düzenlemesine aykırı karar oluşturduğu, bunu takibeden oturumda da hükümde yazılan gerekçelerle davanın reddine karar verdiği anlaşılmaktadır.
Bu şekilde işleyen yargılama sürecinin davanın dayanağını teşkil eden 4688 Sayılı Yasanın 6. maddesine uygun düştüğü söylenemez. Diğer taraftan mahkeme, kararında dava konusu edilen tüzük hükmünün yasaya aykırı olmadığı sonuç ve kanaatine varmıştır. Öyle ise davalı sendikaya tüzük değişikliğinin gerekliliğine dair yasa ile öngörülen uyarının yapıldığı kabul edilemez.
Bu durumda Yüksek Dairenin, benimsediği tüzük hükmünün yasaya aykırılığı düşüncesi doğrultusunda, 4688 Sayılı Yasanın 6. maddesi hükmünün yerel mahkemece yerine getirilmesi için kararı bozması gerekirken, davalı sendikanın kapatılması gerektiğinden söz ederek kararı bozmasının doğru olmadığı düşüncesiyle, bu düşünceyi paylaşan Yüksek Genel Kurulu kararına katılmıyoruz.
1. Hukuk Dairesi Başkanı 13. Hukuk Dairesi Üyesi 1. Hukuk Dairesi Üyesi
Orhan UZGÖREN Kadir ÖZBEK İbrahim ORAKÇIOĞLU
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
E. 2004/4-371
K. 2004/375
T. 23.6.2004
• SOMUT NORM DENETİMİ ( Yerel Mahkeme Önündeki Anayasaya Aykırılık İddiasının Yargıtay Denetimi Sırasında da Gözönünde Bulundurulması Gereği )
• ANAYASAYA AYKIRILIK İDDİASIYLA İLGİLİ OLARAK MAHKEMECE HERHANGİ BİR KARAR VERİLMEMESİ ( Yargıtay Denetimi Sırasında da Somut Norm Denetimi Konusunda İnceleme Yapılabileceği )
• DAVA EHLİYETİ ( Dernek Statüsündeki Türk Dil Kurumunun Kamu Kurumu Haline Getirilmekle Tüzel Kişiliğinin Sona Ermiş Olması – Tüzel Kişiliği Sona Eren Derneğin Son Temsilcisinin Aktif Dava Ehliyetinin Bulunmaması )
• TÜZEL KİŞİLİĞİN SONA ERMESİ ( Dava Ehliyetinin de Sona Ermesi – Son Yöneticinin Tüzel Kişiliği Sona Eren Dernek Adına Dava Açamayacağı )
• TÜRK DİL KURUMUNUN KAMU KURUMU HALİNE GELMEDEN ÖNCEKİ SON DERNEK BAŞKANI ( Tüzel Kişiliği Sona Eren Derneği Temsilen Dava Açamayacağı – Tüzel Kişiliğin Sona Ermesiyle Dava Ehliyetinin Son Bulması )
• ATATÜRK’ÜN VASİYETNAMESİNE AYKIRILIK İDDİASI ( Türk Dil Kurumunun Dernek Statüsündeyken Kamu Kurumuna Dönüştürülmesi ve Derneğin Tüzel Kişiliğinin ve Dava Ehliyetinin Sona Ermesi – Derneğin Son Genel Başkanının Dava Açması )
• DERNEĞİN KAMU KURUMUNA DÖNÜŞTÜRÜLMEKLE TÜZEL KİŞİLİĞİNİN SONA ERMESİ ( Derneğin Aktif Dava Ehliyetinin de Son Bulması – Son Genel Başkanın Açtığı Davanın Usulden Reddi Gereği )
2709/m. 17, 35, 132, 134, 148, 152, 154, Geç.15
2876/m. 1, 2, 35, 36, 52
4721/m. 23
1086/m. 38, 39
ÖZET : Anayasa’nın 134. maddesi ve o çerçevede yürürlüğe konulan 2876 sayılı Yasa’nın davalı kurumu düzenleyen hükümleriyle, davacının genel başkanı olduğu Türk Dil Kurumu’nun hukuki varlığına son verildiği kuşkusuzdur. Nitekim, daha önce, eldeki davanın davalısı Türk Dil Kurumu ile dava dışı Türk Tarih Kurumu tarafından, 24.6.1993 tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi aleyhine, Atatürk’ün yukarıda değinilen vasiyetnamesine dayalı olarak muarazanın meni istemiyle açılan ( Atatürk’ün vasiyetnamesindeki kurumların davacı kurumlar olmadığının tespitinin de karşı dava yoluyla istenildiği ) dava sonucunda, Ankara Asliye 1. Hukuk Mahkemesince verilen ve derecattan da geçerek kesinleşmiş olan 3.11.1993 gün ve 1993/544 – 724 sayılı kararda da, anılan Anayasa ve Yasa hükümleriyle, Türk Dil Kurumu’nun yeniden düzenlenmek suretiyle varlığının sona erdirilmiş olduğu kabul edilmiştir.
Medeni hakları kullanma ehliyeti ve onun usul hukukundaki görünümü olan dava ehliyeti, öncelikle ortada hukuken mevcut bir tüzel kişiliğin varlığını gerektirdiğinden; varlığı hukuken sona ermiş olan bir tüzel kişinin dava ehliyeti de söz konusu olamayacağından, onun adına dava açılmasına hukuken olanak bulunmadığı çok açıktır. Dolayısıyla, somut olayda davacının aktif dava ehliyeti yoktur. Bir an için, davanın davacı tarafından anılan Dernek adına değil, şahsı adına açılmış olduğu kabul edildiğinde ise, davacının böyle bir davayı açmakta hukuki yararının ve taraf sıfatının bulunmadığı sonucuna varılacaktır.
Dava dilekçesinde, 2876 sayılı Kanun’un Anayasa’ya aykırılığı öncelikli olarak ileri sürülmüş ve bu yönden bir inceleme yapılmasını teminen dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesi; eş söyleyişle somut norm denetimi yolunun ( Anayasa md.152 ) işletilmesi istenilmiş, Yerel Mahkeme, bu konuda herhangi bir karar vermemiştir.
Anayasa’nın 152. maddesi hükmüne ve bu hükmün Anayasa Mahkemesince yapılan istikrarlı yorumuna göre; somut norm denetimi yolunun işletilebilmesinin temel koşulu, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararname hükümlerini Anayasa’ya aykırı görmesi veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varmasıdır. Bu koşul, zorunlu olarak, ortada ilgili usul hukuk kurallarına uygun şekilde görevli mahkemede, aktif dava ehliyetine sahip bir gerçek veya tüzel kişi tarafından açılmış bir davanın varlığını ve Anayasa aykırılık iddiasına konu kanun veya kanun hükmünde kararname kuralının o davada mahkemece uygulanmasının gerekmesini öngörmektedir. Bu koşullardan herhangi birinin mevcut olmaması halinde, somut norm denetimi yolunun işletilmesine olanak yoktur.
Burada sözü edilen “Mahkeme” kavramına Yargıtay Daireleri ve Hukuk Genel Kurulu’nun da dahil bulunduğunda kuşku yoktur; dolayısıyla, eldeki davada her ne kadar Yerel Mahkeme Anayasaya aykırılık iddiası bakımından herhangi bir değerlendirme yapmamış ve hüküm kurmamış ise de, Hukuk Genel Kurulu’nun dahi, anayasa aykırılık iddiasını ciddi bulması veya kendiliğinden bu kanaate varması durumunda, somut norm denetimi yolunu işletme hak ve yetkisi bulunmaktadır.
Ne var ki, az yukarıda açıklanan nedenle, somut olayda davacı aktif dava ehliyetine sahip olmadığından, Hukuk Genel Kurulu’nun bu yönden bir değerlendirme yapmasına hukuken olanak yoktur.
Hal böyle olunca, Yerel Mahkemenin, somut olayda davacının aktif dava ehliyetine sahip bulunmadığı gerekçesine dayalı, davanın reddine dair kararı yerinde olup, onanmalıdır.
DAVA : Taraflar arasındaki “elatmanın önlenmesi” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Asliye 23. Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 15.10.2002 gün ve 2002/61-794 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine,
Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 17.6.2003 gün ve 2002/14766-2003/7857 sayılı ilamı;
( … Davacı, 1932 yılından beri dernek statüsü ile varlığını sürdüren Türk Dil Kurumunun son genel başkanı ( ve üyesi ) olmasına dayanarak eldeki davayı açmıştır. Dernek niteliğindeki Türk Dil Kurumunun hukuki varlığına Anayasa hükmü ile son verilerek yerine aynı isimle kamu tüzel kişiliği niteliğinde yeni bir kuruluş oluşturulmuştur. Davacı tarafından 1982 Anayasasının geçici 15. maddesindeki hukuki engel nedeniyle bu işleme karşı herhangi bir itiraz ve dava yolu kullanılamamış, ancak geçici 15. maddenin yürürlükten kaldırılmasından sonra dava açma imkanı doğmuştur. Bu durumda dernek niteliğindeki Türk Dil Kurumunun hukuki varlığının 1982 yılında sona erdirilmiş olması, artık adı geçen dernekle ilgili hiçbir dava açılamayacağı anlamına gelmez. Dernek mensuplarının hukuki imkansızlık nedeniyle önceden kullanamadıkları haklarını, engelin kalkmasından sonra kullanmaları mümkündür. O halde davacının aktif dava ehliyetinin varlığı kabul edilerek işin esasının incelenmesi gerekir. Yerel Mahkemece bu yön üzerinde durulmadan yazılı şekilde karar verilmiş olması bozmayı gerektirmiştir… ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
KARAR : Dava, elatmanın önlenmesi istemine ilişkindir.
Davacı Şerafettin Turan vekili, Türkçe’nin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılması amacıyla 1932 yılında kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin adının 1936 yılında Türk Dil Kurumu olarak değiştirildiğini, çalışmalarını Dernekler Yasası çerçevesinde sürdüren, dolayısıyla özel hukuk kurallarına tabi bir tüzel kişilik olan bu kurumun koruyucu başkanlığının Atatürk tarafından üstlenildiğini; Atatürk’ün varlığını ve çalışmalarını siyasal çevrelerin etkisinden uzak olarak sürdürebilmesi için, 5 Eylül 1938’de düzenlediği vasiyetnameyle, İş Bankasındaki paranın yıllık gelirini Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumuna bıraktığını; Türk Dil Kurumu’nun Atatürk tarafından bir devlet dairesi ya da bir Akademi olarak kurulmamasındaki amacın, siyasal iktidarların baskılarından ve değişen iktidarların Kurumu kendi siyasal görüşlerine çekmeye çalışmalarından korumak, tümüyle bağımsız kişiliklere kavuşturmak olduğunu; ancak, bu kurumun 1982 Anayasasının 134. maddesi ve buna dayalı olarak çıkarılan 2876 sayılı yasa ile, Atatürk’ün vasiyetnamesi de yok sayılarak, kimliğinden koparılıp, Türk – İslam sentezi anlayışına sahip bir resmi daire durumuna getirildiğini, böylece “Atatürk’ün Türk Dil Kurumu”nun ortadan kaldırıldığını; 1982 Anayasasının Geçici 15. maddesiyle getirilen engel nedeniyle, bu hükmün kaldırıldığı 3.10.2001 tarih, 4709 sayılı Anayasa değişikliğine kadar bu konuda yasal yollara başvurulamadığını; davacının, 2876 sayılı Yasa ile yaşamına son verilen Atatürk’ün Türk Dil Kurumunun seçilmiş son başkanı olduğunu, Anayasanın 134. maddesi hükmü ile, bu Kurumların tüzel kişiliklerinin sürdürmelerinin istenildiğini, oysa 2876 sayılı Yasa ile, Türk Dil Kurumunun hem mallarının ve hem adının, hem de tüzel kişiliğinin gasp edildiğini, Anayasanın 17. ve Türk Medeni Kanununun 23 ve sonraki maddelerine göre, ister gerçek ister tüzel kişi olsun, bir kişinin adının onun rızası ve bilgisi olmaksızın alınamayacağını, başkasına verilemeyeceğini, tüzel kişilerin varlıklarının ancak kendi kararlarıyla veya mahkeme kararıyla son bulabileceğini, Atatürk’ün anılan vasiyetnamesindeki iradesinin hakim kararı olmadan değiştirilemeyeceğini, bu konuda özel yasa çıkartılamayacağını, dolayısıyla 2876 sayılı yasanın, Anayasa’nın 17, 35 ve 134/2. maddelerine aykırı olduğunu ileri sürerek; dosyanın Anayasaya aykırılık itirazının incelenmesi için Anayasa Mahkemesine gönderilmesini, Anayasa aykırılığı saptanacak olan 2876 sayılı yasanın yaşam verdiği kamu hukuku tüzel kişisi durumundaki Türk Dil Kurumunun, Atatürk’ün kurduğu özel hukuk tüzel kişisi olan Türk Dil Kurumuna el atmasının önlenmesine karar verilmesini istemiştir.
Davalı Türk Dil Kurumu Başkanlığı vekili, davacının Türk Dil Kurumu’nun bir dernek statüsünde iken seçilmiş son genel başkanı olarak, sade bir vatandaş kimliğiyle eldeki davayı açamayacağını, aktif dava ehliyeti bulunmadığını, hukuki yararının da olmadığını, davalı kurumun da Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesinde yer alması nedeniyle pasif dava ehliyetine sahip olmadığını, husumetin anılan Yüksek Kurul’a yöneltilmesi gerektiğini; daha önce 1993 yılında Cumhuriyet Halk Partisi ile ortaya çıkan bir uyuşmazlıkla ilgili dava sonucunda verilen ve derecattan gerçek kesinleşen mahkeme kararıyla, davalı Türk Dil Kurumu’nun, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu olduğunun ve Anayasanın 134. maddesi uyarınca mali haklara sahip bulunduğunun kabul edildiğini; 2876 sayılı Yasa’nın Anayasanın 134. maddesine tamamen uygun bir düzenleme içerdiğini, davadaki Anayasa aykırılık iddiasının da bu nedenle yerinde bulunmadığını savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Yerel Mahkemece verilen; davacının seçilmiş son genel başkanı olduğu, dernek statüsündeki Türk Dil Kurumu’nun varlığına 2876 sayılı yasa ile son verilmesi ve artık bu kurumun bir tüzel kişilik olarak mevcut olmaması karşısında, davacının birey olarak dava açma hakkının ( aktif husumet ehliyetinin ) bulunmadığı gerekçesine dayalı, davanın reddine dair karar Özel Dairece yukarıdaki gerekçeyle bozulmuştur.
Öncelikle, dava ehliyeti ve taraf sıfatı kavramları hakkında şu açıklamaların yapılmasında yarar görülmüştür:
Dava ehliyeti, kişinin bizzat veya vekili aracılığıyla bir davayı davacı veya davalı olarak takip etme ve usuli işlemleri yapabilme ehliyetidir. Dava ehliyeti, medeni hakları kullanma ehliyetinin usul hukukunda büründüğü şekildir; dolayısıyla, medeni hakları kullanma ehliyetine ( fiil ehliyetine ) sahip gerçek ve tüzel kişiler dava ehliyetine de sahiptirler.
Taraf sıfatına gelince: Bir hakkı dava etme yetkisi ( dava hakkı ) kural olarak o hakkın sahibine aittir ( İstisnalar için, örnek: C. Savcısının kamu yararının bulunduğu durumlarda bazı hukuk davalarını açabilmesi ). Bir hakkın sahibinin kim olduğu, dolayısıyla o hakkı dava etme yetkisinin kime ait olduğu, ( o davada davacı sıfatının kime ait olacağı ) tamamen maddi hukuk kurallarına göre belirlenir. Ancak, bir davanın davacısının o dava yönünden davacı sıfatına sahip bulunmadığının belirlenmesi halinde, mahkeme dava konusu hakkın mevcut olup olmadığını incelemeyeceği ve sıfat yokluğundan davanın reddine karar vermek zorunda olduğu için, taraf sıfatı usul hukukunun da düzenleme alanındadır.
O halde, öncelikle ortada dava konusu edilmeye uygun bir hak bulunmalı ve dava, o hakkın sahibi durumunda olan ve dava ehliyetine sahip bulunan kişi tarafından açılmış olmalıdır.
Davacı Şerafettin Turan’ın, Dernek Statüsündeki Türk Dil Kurumu’nun seçilmiş son genel başkanı olduğu çekişmesizdir. Her ne kadar, dava dilekçesinde davacı olarak şahsı gösterilmiş ise de; dilekçenin açıklamalar bölümünde davacının bu sıfatı açıkça vurgulanmış ve davayı bu sıfatına dayanarak açtığı belirtilmiştir. O nedenle, davacının görülmekte olan davayı birey olarak değil, dava ehliyetine sahip bulunduğunu ileri sürdüğü anılan Dernek adına ( derneğin yetkili temsilcisi, organı sıfatıyla ) açtığının kabulü gerekmiştir. Eş söyleyişle, davacının iddiasına göre, davadaki el atmanın önlenmesi isteminin sahibi, anılan Türk Dil Kurumu’dur.
Bu noktada, somut olayda davacının aktif dava ehliyetinin bulunup bulunmadığı irdelenmelidir.
Bilindiği üzere, 7.11.1982 gün ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 134. maddesi, “Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılaplarını, Türk Kültürünü, Türk Tarihini ve Türk Dilini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak ve yaymak ve yayınlar yapmak amacıyla; Atatürk’ün manevi himayelerinde Cumhurbaşkanının gözetim ve desteğinde, Başbakanlığa bağlı; Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Atatürk Kültür Merkezinden oluşan, kamu tüzelkişiliğine sahip “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu” kurulur.
Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu için Atatürk’ün vasiyetnamesinde belirtilen mali menfaatler saklı olup kendilerine tahsis edilir.
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun; kuruluşu, organları, çalışma usulleri ve özlük işleri ile kuruluşuna dahil kurumlar üzerindeki yetkileri kanunla düzenlenir.” hükmünü getirmiştir.
Bu hüküm çerçevesinde yürürlüğe konulan 11.8.1983 gün ve 2876 sayılı Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Kanunu’nun 2. maddesinde, anılan Anayasa hükmü tekrar ediliş; ayrıca, 35. maddede “Ulu Önder Atatürk’ün kutlu eliyle ve O’nun yüce kurucu ve koruyucu Genel Başkanlığı altında kurulmuş olan” Türk Dil Kurumu; tüzelkişiliğe sahip, bilimsel hizmet ve faaliyetlerde bulunacak bir kurum olarak Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun kuruluşuna dahil edilmiş ve yeniden düzenlenmiştir.” Hükmüne yer verilmiş; 36.maddede de, “Türk Dil Kurumunun amacı; Türk Dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, O’nu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmektir.” denilmiştir.
Anayasa’nın 134. maddesi ve o çerçevede yürürlüğü konulan 2876 sayılı Yasa’nın davalı kurumu düzenleyen hükümleriyle, davacının genel başkanı olduğu Türk Dil Kurumu’nun hukuki varlığına son verildiği kuşkusuzdur. Nitekim, daha önce, eldeki davanın davalısı Türk Dil Kurumu ile dava dışı Türk Tarih Kurumu tarafından, 24.6.1993 tarihinde Cumhuriyet Halk Partisi aleyhine, Atatürk’ün yukarıda değinilen vasiyetnamesine dayalı olarak muarazanın meni istemiyle açılan ( Atatürk’ün vasiyetnamesinden kurumların davacı kurumlar olmadığının tespitinin de karşı dava yoluyla istenildiği ) dava sonucunda, Ankara Asliye 1. Hukuk Mahkemesince verilen ve derecattan ve geçerek kesinleşmiş olan 3.11.1993 gün ve 1993/544 – 724 sayılı kararda da, anılan Anayasa ve Yasa hükümleriyle, Türk Dil Kurumu’nun yeniden düzenlenmek suretiyle varlığının sona erdirilmiş olduğu kabul edilmiştir.
Medeni hakları kullanma ehliyeti ve onun usul hukukundaki görünümü olan dava ehliyeti, öncelikle ortada hukuken mevcut bir tüzel kişiliğin varlığını gerektirdiğinden; varlığı hukuken sona ermiş olan bir tüzel kişinin dava ehliyeti de söz konusu olamayacağından, onun adına dava açılmasına hukuken olanak bulunmadığı çok açıktır. Dolayısıyla, somut olayda davacının aktif dava ehliyeti yoktur. Bir an için, davanın davacı tarafından anılan Dernek adına değil, şahsı adına açılmış olduğu kabul edildiğinde ise, davacının böyle bir davayı açmakta hukuki yararının ve taraf sıfatının bulunmadığı sonucuna varılacaktır.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşme sırasında bir kısım üyeler, Atatürk’ün himaye ve mallarını vasiyet ettiği Türk Dil Kurumu’nun varlığına Anayasa tarafından evrensel hukuk ilkelerine aykırı şekilde son verilmiş olduğu, bu aykırılık ve haksızlığın mutlak surette bir dava yoluyla mahkeme önüne getirilmesi gerektiği o nedenle, anılan kurumun seçilmiş son genel başkanı olan davacının aktif dava ehliyetinin varlığının kabul edilmesi gerektiği yönünde görüş bildirilmiş ise de, bu görüş aşağıdaki gerekçeyle çoğunluk tarafından benimsenmemiştir.
1961 Anayasası’nın getirdiği Anayasal düzeni ortadan kaldırdıktan sonra 1982 Anayasası’nı yürürlüğe koyan otorite, öğretide bir kısım yazarlarca ( Örneğin, Kapani, Münci: Politika Bilimine Giriş, Ankara Üniversitesi Yayınları, Sevinç Matbaası, Ankara 1978, sh.40; Özbudun, Ergun: Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara 1986, sh:119 ) kullanılan tabirle “Asıl ( asli ) Kurucu İktidar”dır. Anayasa hükümlerinin hukuken evrensel ilkelerine, hatta doğrudan o anayasanın başka hüküm veya hükümlerine aykırı bulunması mümkün ise de; asıl kurucu iktidar devletin temel hukuk düzenini yaratırken, iradesini bağlayan üstün pozitif hukuk kuralları ile çevrili olmadığından ve en azından teorik olarak, tamamen bağımsız ve sınırsız bir iradeye sahip bulunduğundan, bu yönlerden bir uygunluk denetiminin yapılmasını mümkün kılacak bir pozitif normlar bütünü ve böyle bir denetimi yapmaya yetkili herhangi bir kurum mevcut değildir. Böyle bir durumda, görev ve yetki, Yasama Organına aittir. Öğretide “ikincil kurucu iktidar” olarak adlandırılan, yürürlükteki bir anayasada değişiklik yapma yetkisine sahip iktidarın bu bağlamda ortaya koyacağı irade dahi, esas yönünden daha üstün pozitif hukuk kurallarının oluşturduğu bir üstün normlar bütününe tabi değildir; Anayasa değişikliklerinin esas yönünden Anayasa aykırılıkları ileri sürülemez; hukukumuzda bu tür değişikliklerin Anayasaya aykırılık veya uygunlukları sadece şekil yönünden bir denetime tabidir ( Anayasa md.148 ).
Dolayısıyla, Anayasa’nın 134. maddesindeki düzenlemenin kendisine uygunluk veya aykırılığı ileri sürülebilecek ve hiçbir pozitif hukuk normu yoktur.
Yine öğretideki deyimle “Kurulu İktidar” ise, yukarıda açıklanan şekilde, anılan Anayasa hükmü çerçevesinde 2876 sayılı Yasayı yürürlüğe koymuş, sonuçta önceki Türk Dil Kurumu’nun varlığına hukuken son verilmiş ve davalı kurum oluşturulmuştur.
O halde, görülmekte olan dava vesilesiyle, Yerel Mahkemenin ve Yargıtay’ın, Anayasanın 134. maddesinin hukuken evrensel ilkelerine aykırı olup olmadığı konusunda bir değerlendirme yapması; hukuken geçerli ve etkili bir sonuca ulaşması beklenemez. Anılan Anayasa hükmü Yasama Organınca değiştirilmedikçe, mahkemelerce uyulması zorunludur.
Anayasa aykırılık itirazına gelince:
Dava dilekçesinde, 2876 sayılı Kanun’un Anayasa’ya aykırılığı öncelikle olarak ileri sürülmüş ve bu yönden bir inceleme yapılmasını teminen dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesi; eş söyleyişle somut norm denetimi yolunun ( Anayasa md.152 ) işletilmesi istenilmiş, Yerel Mahkeme, bu konuda herhangi bir karar vermemiştir.
Anayasa’nın 152. maddesi hükmüne ve bu hükmün Anayasa Mahkemesince yapılan istikrarlı yorumuna göre; somut norm denetimi yolunun işletilebilmesinin temel koşulu, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararname hükümlerini Anayasa’ya aykırı görmesi veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varmasıdır. Bu koşul, zorunlu olarak, ortada ilgili usul hukuk kurallarına uygun şekilde görevli mahkemede, aktif dava ehliyetine sahip bir gerçek veya tüzel kişi tarafından açılmış bir davanın varlığını ve Anayasa aykırılık iddiasına konu kanun veya kanun hükmünde kararname kuralının o davada mahkemece uygulanmasının gerekmesini öngörmektedir ( Özbudun, a.g.e. sh: 375 ve devamı ). Bu koşullardan herhangi birinin mevcut olmaması halinde, somut norm denetimi yolunun işletilmesine olanak yoktur.
Burada sözü edilen “Mahkeme” kavramına Yargıtay Daireleri ve Hukuk Genel Kurulu’nun da dahil bulunduğunda kuşku yoktur; dolayısıyla, eldeki davada her ne kadar Yerel Mahkeme Anayasaya aykırılık iddiası bakımından herhangi bir değerlendirme yapmamış ve hüküm kurmamış ise de, Hukuk Genel Kurulu’nun dahi, anayasa aykırılık iddiasını ciddi bulması veya kendiliğinden bu kanaate varması durumunda, somut norm denetimi yolunu işletme hak ve yetkisi bulunmaktadır.
Ne var ki, az yukarıda açıklanan nedenle, somut olayda davacı aktif dava ehliyetine sahip olmadığından, Hukuk Genel Kurulu’nun bu yönden bir değerlendirme yapmasına hukuken olanak yoktur.
Hal böyle olunca, Yerel Mahkemenin, somut olayda davacının aktif dava ehliyetine sahip bulunmadığı gerekçesine dayalı, davanın reddine dair kararı yerinde olup, onanmalıdır.
SONUÇ : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, 23.6.2004 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY :
Dava; 1982 Anayasası’nın 134. maddesine dayanılarak 2876 sayılı yasa ile bir kamu kurumu olarak kurulan “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu”nun, bir özel hukuk tüzel kişisi olan ( ve Atatürk’ün mirasçısı durumunda bulunan ) “Türk Dil Kurumu”na elatmasının önlenmesi istemine ilişkindir.
Davacı, istemin yerinde görülmemesi halinde, 2876 sayılı Yasa’nın Anayasa’ya aykırılığı nedeniyle konunun Anayasa Mahkemesine götürülmesi isteminde de bulunmuştur.
Dava dilekçesinde açık olarak;
1- Atatürk’ün kurduğu ve vasiyetnamesi ile malvarlığından gelir özgülediği ( tahsis ettiği ) Özel Hukuk tüzel kişisi olan, dernek özelliğindeki Türk Dil Kurumu’na, 2876 sayılı Yasa ile kurulan Atatürk Dil ve Tarih Kurumu’nun el atmasının önlenmesi,
2- 2876 sayılı Yasa’nın 1, 35 ve 52. maddelerinin Anayasa’ya aykırılığı nedeniyle, konunun Anayasa Mahkemesine götürülmesi istenmiştir.
Mahkemece; dava konusu işin esasına girilmeden Türk Dil Kurumu’nun, 1982 Anayasası’nın 134. maddesine dayanılarak, 2876 sayılı yasa ile varlığına son verilmiş olması nedeniyle, tüzel kişilik olarak mevcut olmadığı için dava açma hakkı, yani aktif husumet ehliyeti bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Kararın davacı tarafından temyiz edilmesi üzerine Dairece, “… davacı 1932 yılından beri dernek statüsü ile varlığını sürdüren Türk Dil Kurumu’nun son genel başkanı ( ve üyesi ) olarak bu davayı açmıştır. Dernek niteliğindeki Türk Dil Kurumu’nun hukuki varlığına Anayasa hükmü ile son verilerek yerine aynı isimle, kamu tüzel kişiliği niteliğinde yeni bir kuruluş oluşturulmuştur. Bu işleme karşı 1982 Anayasası’nın geçici 15. maddesindeki hukuki engel nedeniyle bir itiraz yapılamadığı gibi davada açılamamıştır. Geçici 15. maddenin Anayasa değişikliği ile yürürlükten kaldırılması üzerine bu konuda dava açma olanağı doğmuştur. Dernek niteliğindeki Türk Dil Kurumu’nun hukuki varlığının 1982 yılında sona erdirilmiş olması, artık bu konuda dava açılamayacağı anlamına gelmez. Dernek organları ve üyelerinin hukuku imkansızlık nedeniyle belirtilen hukuki engel nedeniyle önceden kullanamadıkları haklarını, engelin kalkmasından sonra kullanmaları olanağı vardır. O halde davacının dava ehliyetinin varlığı kabul edilerek işin esasına incelenmesi gerekir” gerekçesiyle karar oyçokluğu ile bozulmuştur.
Yerel mahkemece, önceki gerekçe tekrarlanarak, Türk Dil Kurumu’nun hukuken ve fiilen sona ermiş olması nedeniyle husumet ehliyeti bulunmadığı için önceki kararda direnilmiştir.
Türk Dil Kurumu; 1932 yılında “Türk Dili Tetkik Cemiyeti” adıyla kurulmuş, 1936 yılında “Türk Dil Kurumu” ( TDK ) adına almıştır. Çalışmalarını Dernekler Yasası’na göre sürdürmüştür. Derneğin Kurucu Başkanı Atatürk 5 Eylül 1938 tarihli “vasiyetnamesi” ile Türkiye İş Bankasındaki paylarının yıllık gelirinin belli bir bölümünü bu derneğe ayırmıştır. Bağımsızlığını koruyabilsin düşüncesiyle bir devlet dairesi olarak değil, “özel hukuk hükümlerine” tabi dernek olarak kurulmuş olan Türk Dil Kurumu, 1982 yılına kadar faaliyetlerini sürdürmüştür.
1982 Anayasası’nın 134. maddesi ve buna dayalı olarak kabul edilen 2876 sayılı yasa ile olağan hukuk yolları dışına çıkarılarak, Atatürk’ün vasiyetnamesi de yok sayılarak, Türk Dil Kurumu’nun adına, tüzel kişiliğine ve mallarına el konularak varlığına son verilmiştir. ( Bu konuda Türk Dil Kurumu tüzel kişiliğince ya da mahkemece verilmiş bir karar bulunmadığı için, yapılan işlem hukuka aykırı bir sonucu zorla dayatılmasıdır ).
Anayasa’nın 17. ve MY’nin 23. maddelerine göre, yasal bir gerekçesi olmadan bir kişinin adına, kişi olarak varlığına ve mallarına el konulamaz.
Bir kimsenin vasiyetnamesindeki iradesi hakim kararı olmadıkça değiştirilemeyeceği gibi, özel yasalar çıkarılarak yeniden düzenlenemez.
1982 Anayasası’nın geçici 15. maddesi ile hukuka aykırı bu işlem aleyhine, itiraz edilmesi ya da yargı yoluna başvurulması yolu da kapatılmıştır. Anayasa’nın geçici 15. maddesinin 3.10.2001 tarih ve 4709 sayılı Anayasa Değişikliği ile ilgili Yasa’nın 34. maddesiyle kaldırılması üzerine, idari işlem aleyhine yargı yolu açılmakla Türk Dil Kurumu’nun 1982 yılında başkanı olan davacı bu davayı açmıştır. ( Kurumun adı, tüzel kişiliği ve mallarına hukuka aykırı olarak el konulması sırasında, o günkü yönetimce tek taraflı irade ile düzenlenmiş tutanakların imzalanması ve teslimin yapılması için TDK temsilcisi olarak davacı muhatap kabul edilmiştir. )
Dava, dermek niteliğindeki Türk Dil Kurumu’nun hukuki varlığına Anayasa hükmü ile son verildiği, son başkan durumunda olan davacının artık tüzel kişiliği olmayan bir derneğin başkanı olarak tüzel kişilik adına ya da birey olarak dava açma hakkı, yani aktif husumet ehliyeti olmadığı gerekçesi ile reddedilmiştir.
Yerel Mahkemenin, dernek niteliğindeki Türk Dil Kurumu’nun hukuki varlığının sona erdiği yolundaki kabulü yasal dayanaktan yoksundur. Uygulamada, taraf sıfatı yerine husumet terimi de kullanılmaktadır. ( Kuru, Baki HMU. C.I. İst.2002, sh.1157 ) Sıfat; bir davada taraf olabilme niteliğidir.
Hak ile taraflar arasındaki ilişkidir. Tarafların kişilikleri değil, dava konusu edilen subjektif hakla ilgilidir. Böyle bir hakkın var olup olmadığı, varsa miktarı yargılama sonunda belirlenecektir. Tüzel kişilerle ilgili davalarda, tüzel kişiliği temsile yetkili ( organ ) kişiler taraf sıfatına sahip olabilirler. Dava tüzel kişiliği temsile yetkili kişiler tarafından açılmamış olursa, dava hemen reddedilmeyip, organı oluşturan diğer kişilerin katılması için süre verilmesi gerekir. Yerel Mahkemece bu kurala uyulmadığı için, karar usule aykırıdır.
Dernek niteliğindeki Türk Dil Kurumu’nun hukuki varlığının sona erdiği yolundaki gerekçeye gelince;
a- Ankara Asliye 1. Hukuk Mahkemesi’nin 3.11.1993 tarih ve 1993/544 – 724 sayılı kararının tarafları ile bu davanın tarafları aynı değildir. Bu nedenle bir kesin hüküm oluştuğundan söz edilemez. Anılan mahkeme kararında; “yeni oluşturulan kurumların yasa ile kurulduğu açık olduğundan Atatürk’ün vasiyetindeki kurum ile aynı olup olmadığı tartışmasına girilmemiştir.” Sözleri yer almaktadır. Kararda önceki kurumun ( TDK ), yeni oluşturulan kuruma dönüştürüldüğü biçiminde bir hüküm yoktur. ( Kaldı ki, o tarihte 1982 Anayasası’nın geçici 15. maddesi yürürlükte olduğu için Anayasa’ya aykırılık konusu da ileri sürülemez ve tartışılamazdı. )
b- Derneklerin yetkili organlarının iradeleri dışında; görevlerine son verme, geçici yönetim kurulları oluşturulması, tüzüklerini değiştirme, yeniden düzenleme, yürürlükten kaldırma işlemleri Anayasa’nın 33. maddesindeki özgürlüklere aykırıdır.
“… Özel Hukuk tüzel kişiliğine sahip derneklerle ilgili olarak kısıtlamalar getirilmesi hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz. Kısıtlamalar getirilmesi hukukun temel kurallarından olan “idari istikrar”, “kazanılmış hak” ve “hukuk güvenliği” ilkelerine aykırılık oluşturur.” ( Anayasa Mahkemesi’nin 29.11.1966 gün, 66/11-44 sayılı kararı. R.G. 27.12.1967 gün, 12787 sayı ).
“Hukukumuzda şirketler dışındaki sendika, dernek gibi özel hukuk tüzel kişiliklerin oluşumu izin koşuluna bağlanmış değildir. ( Kuruluş belgelerinin ilgili merciye verilmesi ile tüzel kişilik kazanılmaktadır ). Anayasal ve ilgili yasal düzenlemelerde idarenin anılan tüzel kişiliklerin kuruluş ve faaliyetlerine müdahale etmemesi esastır. İdarenin yetkisini kullanarak müdahalesi olanağı yoktur. Bunların faaliyetlerinin durdurulmasına, kapatılmalarına ancak yetkili Adliye Mahkemelerince karar verilebilir. ( Danıştay 10. D.’nin 10.11.1992 T. 1991/1262 E., 1992/3-901 K. Danıştay D. 1992 sh.529 ).
Anayasa’nın 13, 14 ve 15. maddelerindeki özgürlüklere, bunların kullanılmasına ilişkin genel sınırlamalar kurala bağlanmıştır. Yasal koruma altındaki haklar, nitelikleri bakımından yasama organının serbestçe düzenlemesine açık değildir. Yasama organı çıkaracağı yasalarla söz konusu hakların niteliklerini koruyucu yönde düzenlemelerde bulunmak zorundadır; Çünkü Anayasa hükümleri yasa koyucunun yetkilerini ve düzenleme alan ve sınırlarını belirleyici hükümlerdir. Herkes için özgürlükler asıl olup, bunların sınırlandırılması ise, güç koşullara bağlanmıştır. “Özgürlükler, herkesin hatta kişinin kendisine karşı bile korunmuş, yasa koyucudan gelebilecek tecavüzlere karşı, Anayasa Mahkemesi güvencesine bağlanmıştır.” ( Anayasa Mahkemesi’nin 26.11.1986 T. 85/8 E., 86/27 K. RG.14.8.1987 gün 19544 sayı ).
Tüzel kişilik olan dernekler ve şirketler için, kendi tüzüğü ya da sözleşmesine göre yine kendi organlarınca yönetilmek, hukuk devleti niteliğinin, hukuk güvenliği düşüncesinin ve kazanılmış hak ilkesinin doğal gereğidir. Bu nitelik, düşünce ve ilkeler yargı ve bilim çevrelerince kabul edildiği gibi, değil idari işlemlerle yasalarla bile bozulamaz ve değiştirilemez. ( Y.1.HD. 24.1.1984 T., 1983/14113 E. – 1984/344 K., 11 HD. 20.10.1995 T., 1995/4655 E-789 K., 2 HD. 23.1.1996 T., 1996/12893 E. – 700 K. )
Yukarıdaki kararlarda da vurgulandığı gibi, özel hukuk tüzel kişiliği özelliği gösteren derneklerin hukuki varlıkları, ya kendi iradeleri ile ya da bir mahkeme kararı ile sona erdirilebilir. ( Yasa, Anayasa ve evrensel hukuk kurallarının gereği de budur. )
Esasen bu görüşler ve olgular Yüksek Hukuk Genel Kurulunca da benimsenmiştir.
Dava konusu olayda, idarece TDK’nun tüzelkişiliğine, adına ve malvarlığına hukuka aykırı biçimde el konulmuştur. Bu durumu benimseme olanağı yoktur. Suskun kalarak hukuka aykırılığı açıkça ortada olan bir keyfiliği ve zorla elkoyma olayını kabul etmiş durumunda kalamayız
Davacıya dava hakkının tanınmamış olmasının, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşmenin, “Adli Yargılanma Hakkı”na dair 6. maddesi, “Dernek Kurma ve Toplantı Özgürlüğü”ne ilişkin 11. maddesi, “Etkili Başvuru Hakkı”na işaret edilen 13. maddesi, “Hakların Kötüye Kullanımının Yasaklanması” ile “Hakların Kısıtlanmasının Sınırları” hakkındaki 17. ve 18. maddeleri bakımından aykırılık oluşturacağının da gözden uzak tutulmaması gerekir.
Davaya konu edilen tasarrufun dayanağının 2709 sayılı Anayasa’nın 134. maddesi olduğu bilinmektedir. Bu hüküm Anayasa’nın 148. maddesi hükümleri dairesinde Anayasa Mahkemesi’nce incelenebilirliğinin tartışılır olduğu kuşkusuzdur. Ne var ki, davacının isteğinin temelinde hukuka aykırı bir olgunun saptanması ile bunun sonuçlarından yararlanılması bulunmaktadır. Bunda da her davada varlığı aranması asıl olan hukuki yararın varlığı tartışmasızdır.
2876 sayılı yasa ile, idarece hukuka aykırı olarak el konmuş olan TDK’nun yeni bir yapılandırma içine konulması, başlangıçtaki hukuka aykırılığı ortadan kaldırmış olamaz. Başka bir anlatımla; hukuka aykırılık norma aykırılıktır. TDK’nun tüzel kişiliği yok edilerek, zarar verilmiş olması hukukun yazılı ve yazılı olmayan bütün kurallarına ( emir ve yasaklarına ) aykırılık oluşturduğuna göre, bu yolda yapılmış yasal bir düzenleme ile hukuka aykırılık sona ermiştir deme olanağımız yoktur. Böyle bir kabul bizi, “hukuka aykırılık, yasa ile sağlanabilir” gibi kabul edilemeyecek bir sonuca götürür.
Davacı, TDK’nun son genel kurulda seçimle işbaşına gelmiş başkanıdır. Görevini sürdürmekte iken, başında bulunduğu TDK’na zorla el konularak, hukuka aykırı bir biçimde görevini fiilen yapamaz duruma düşürülmüştür.
Hukuka aykırılığın önündeki yasal engelin kalkması ile, davacı son başkan sıfatıyla ( kaldı ki, derneğin bir üyesi olarak da ) bu davayı açma hak ve sıfatına sahiptir.
Bu nedenlerle;
Yerel mahkeme kararının öncelikle; “davacının dava açma sıfatının varlığı nedeniyle davanın esasına girilmesi gerekir” gerekçesiyle bozulması,
Ya da HGK’ca davanın; dava dilekçesinde belirtildiği gibi, “2876 sayılı yasanın 1. 35. ve 52. maddelerinin Anayasa’ya aykırılığı nedeni Anayasa Mahkemesine götürülmesine karar verilmesi gerekir” görüşünde olduğumuzdan sayın çoğunluğun yerel mahkeme kararının onanması kararına katılamıyoruz.
O. Uzgören M. S. Özer N. Coşkun
1. HD. Başkanı 14. HD. Üyesi 14. HD. Üyesi
M. Dolu M. Kıcalıoğlu
20. HD. Üyesi 4. HD. Üyesi