FENER RUM PATRİKLİĞİ / TÜRKİYE DAVASI
14340/05
Strazburg
8 TEMMUZ 2008
İKİNCİ DAİRE
İşbu karar AİHS’nin 44/2. maddesinde belirtilen koşullar çerçevesinde kesinleşecek olup bazı şekli düzeltmelere tabi olabilir.
USUL
Türkiye Cumhuriyeti Devleti aleyhine açılan (14340/05) no’lu davanın nedeni Fener Rum Patrikliği’nin (başvuran) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) 19 Nisan 2005 tarihinde Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesi’nin (AİHS) 34. maddesi uyarınca yapmış olduğu başvurudur.
OLAYLAR
I. DAVANIN KOŞULLARI
Fener Rum Patrikliği Ortodoks dünyasının en öndegelen ve inisiyatif ve eşgüdüm rolünü haiz İstanbul’da kain Ortodoks kilisesidir. Fener Rum Patrikliği halihazırda, Türkiye’deki Ortodoks azınlığı bir araya getirmekte ve temsil etmektedir. Fener Rum Patrikliği “Ekümenik” Patrik 1. Bartolemeos tarafından temsil edilmektedir.
Başvuran 6 Ocak 1902 tarihli satış sözleşmesi gereğince 246.650 Sterlin karşılığında bir taşınmaz satın almıştır. Bu taşınmaz 23.255 m² yüzölçümünde bir arsa olup Büyükada’daki en yüksek tepenin zirvesinde bulunmaktaydı. Bu arsa üzerinde, başlangıçta otel olarak hizmet vermesi için tasarlanmış beş katlıbir ana bina ile iki katlı müştemilat bulunmaktaydı. Sözkonusu tarihte taşınmazların durumunu düzenleyen Osmanlı Kanunu’na göre sözkonusu taşınmazın başvurana devrine çıkarılan bir padişah fermanıyla (vakıf senedi) resmiyet kazanmış ve tahrir defterine kaydedilmiştir.
1903 yılında, bu mülkün kullanım hakkı Ortodoks azınlığının bir vakfı olan “Büyükada Rum Erkek Yetimhanesi Vakfı”’na (Yetimhane Vakfı) verilmiştir. Ayrıca tapu sicilinde bu taşınmazdan ‘Ahşap Rum yetimhanesi’ olarak bahsedilmektedir. Başlangıçta İstanbul Yedikule’de bulunan bir binada hizmet veren yetimhane, binanın yıkılmasına yol açan bir depremin ardından faaliyetlerini durdurmak zorunda kalmıştır.
13 Haziran 1935 tarihinde vakıflar kanununun (2762 sayılı Kanun) yürürlüğe girmesiyle birlikte Yetimhane Vakfı’nın tüzel kişiliği resmen tanınmıştır. Yetimhane Vakfı sözkonusu taşınmazı bu kanunun geçici 1. maddesi gereğince 1936 yılında verdiği beyannamede belirtmiştir. Bu beyanname uyarınca Vakıf ‘Rum erkek yetimhanesini’ idare etmekteydi.
1964 yılında başta yangın riski olmak üzere güvenlik nedeniyle, Türk makamları Yetimhane’ye binaların tahliye edilmesi talimatı vermiştir. Başvuran, sözkonusu taşınmaz malın sahipliğini ve idaresini aynı yıl geri aldığını iddia etmektedir.
Başvuran, binaların bakım ve onarımı için mali destek bulmak amacıyla 1995 yılında özel bir Türk şirketiyle (Büyükada Turizm ve Ticaret Anonim Şirketi) anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmada adıgeçen şirketin 49 yıllığına binaların işletmeciliğini yapması öngörülmüştü. Ancak idari makamların itirazı nedeniyle bu anlaşma hiçbir zaman yürürlüğe girememiştir.
A. Yetimhane Vakfı’na ilişkin idari ve adli süreç
Vakıflar Genel Müdürlüğü 22 Ocak 1997 tarihinde 2762 sayılı Kanun’un 1. maddesine atfen aldığı bir kararla o tarihe kadar mülhak vakıflar kategorisine giren Yetimhane Vakfını mazbut vakıf olarak nitelendirmiştir. Aynı kararla, hayri bir hizmeti kalmadığı gerekçesiyle Yetimhane Vakfı’nın yönetim kurulu azledilmiş ve vakfın idaresi Ankara’daki Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne geçmiştir.
Yetimhane Vakfı sözkonusu kararın iptali istemiyle 4 Nisan 1997 tarihinde İstanbul İdare Mahkemesi’ne başvurmuştur.
12 Mart 1998 tarihli bir kararla Mahkeme, sözkonusu talebi reddetmiştir. 19 Şubat 2001 tarihinde, Danıştay, bu kararı bozmuştur.
3 Nisan 2002 tarihli bir kararla Mahkeme, Yetimhane’nin talebini reddetmiştir. Danıştay, 19 Kasım 2003 tarihinde kararı onamıştır. Dosyadan Yetimhane Vakfı tarafından yapılan karar düzeltme başvurusunun halen derdest olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.
B. Başvuran hakkındaki hukuki süreç
16 Mart 1999 tarihinde, Yetimhane Vakfı adına hareket eden Vakıflar Genel Müdürlüğü, Adalar Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvuranın tapusunun iptal edilmesi ve Yetimhane Vakfı adına tescil edilmesi amacıyla başvuruda bulunmuştur.
18 Aralık 2002 tarihli bir kararla, Asliye Hukuk Mahkemesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün talebini kabul etmiş ve ihtilaf konusu taşınmazın, 1997 yılından beri Genel Müdürlüğün yönetiminde bulunan Yetimhane Vakfı adına kaydedilmesine karar vermiştir. Bu bağlamda Mahkeme, Yetimhane Vakfı’nın “mazbut” vakıf olarak sayıldığını hatırlatarak sözkonusu taşınmazın adı geçen kurum tarafından 1936 beyannamesinde beyan edildiğini tespit etmiştir. Ayrıca, Mahkeme, Patrikhanenin, uluslararası çapta önemi haiz tarihi binanın bakımı için hiçbir çalışma yapmadığını da göz önüne almıştır.
30 Eylül 2003 tarihinde, Yargıtay, usul hatasından dolayı sözkonusu kararı bozmuştur.
18 Aralık 2002 tarihli kararında ifade edilen gerekçeleri geliştirerek Asliye Hukuk Mahkemesi, 25 Şubat 2004 tarihinde, bir kez daha başvuranın tapusunun iptaline ve taşınmazın Yetimhane Vakfı adına tescil edilmesine karar vermiştir.
Başvuran, karara itiraz etmek için Yargıtay’a temyiz başvurusunda bulunmuş ve duruşma yapılmasını talep etmiştir.
21 Ekim 2004 tarihinde, Yargıtay itiraz edilen kararı onamış ve ilgili yargılama masraflarının karşılanmadığı gerekçesiyle duruşma talebini reddetmiştir. Yargıtay, Yetimhane Vakfı’nın 1936 beyannamesini beyan etmesinden beri ihtilaflıtaşınmazın Yetimhane Vakfı’nın mameleki olduğu ve artık başvurana ait olmadığı kanaatine varmıştır.
7 Şubat 2005 tarihli bir karar ile Yargıtay karar düzeltme talebini reddetmiştir.
C. Başvuran tarafından sunulan belgeler
Başvuran, vergi dairesi tarafından kabul edilen iki kararı AİHM’nin dikkatine sunmaktadır. 18 Temmuz 1944 tarihli ilk kararında, vergi dairesi, sözkonusu 135 daireli binanın Yetimhane Vakfı tarafından kullanılmamasından dolayı, ihtilaflı taşınmazın sahibi ve vergi mükellefi olarak başvuranın vergi ödemesi gerektiğine karar vermiştir. Ancak, vergi kararları hakkında yapılan itirazları incelemekle yükümlü daire tarafından 18 Haziran 1945 tarihinde alınan karardan da anlaşılacağı üzere, sözkonusu daire, Yetimhane olarak kullanılmayan yerlerin gelir elde etmek amacıyla da kullanılmaması nedeniyle başvuranın vergi ödeme yükümlülüğünün bulunmadığına kanaat getirmiştir.
Ayrıca, 1 Aralık 1959 tarihli bir yazı ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi İmar Müdürlüğü, başvuranın Patrikhanenin tahtıtasarrufunda bulunan Yetimhane binasının restorasyon çalışmalarını başlatabileceğini ifade etmiştir. İkinci binanın yapımına ilişkin olarak yapılan talep ile ilgili olarak ise Belediye, başvuranın İçişleri Bakanlığı’na müracaat etmesi gerektiğini belirtmiştir.
Belediye, 5 Kasım 1962 tarihli bir karar ile sözü edilen yazının içeriğini teyit etmiştir. Ayrıca 9 Şubat 2004 tarihli bir yazı ile de Adalar Belediyesi, yangın tehlikesine karşı alınan tedbirler konusunda başvuranı bilgilendirmiştir.
Son olarak 4 Kasım 2004 tarihinde de İstanbul Büyükşehir Belediyesi, yangın tehlikesine karşı alınan tedbirler konusunda başvuranı bir kez daha bilgilendirmiştir.
HUKUK
1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesine atıfta bulunan başvuran, ulusal makamların mülkünün Yetimhane Vakfı adına tescil ettirilmesi talimatı vermek suretiyle mülkiyet haklarını ihlal ettiklerini iddia etmektedir.
A. Tarafların savları
1. Başvuran
Başvuran, kendisine ait mülkü Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından idare edilen Yetimhane Vakfı adına tescil ettirmek suretiyle ulusal mahkemelerin mülkiyet hakkını ihlal ettiklerini ileri sürmektedir. Başvurana göre, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesi anlamında bu mülkiyet hakkından yoksun bırakma işlemi kamu yararı amacı taşımayıp yasadışı koşullarda meydana gelmiştir. Bu işlem ayrıca uluslararası hukukun genel ilkelerine de aykırıdır.
Başvuran, ihtilaf konusu taşınmaz malı yasaya uygun surette aldığını, ayrıca Osmanlı döneminde tahrir defterlerine uygun surette kaydettirdiğini de beyan etmektedir. Başvuran bu taşınmazı aynı şekilde 1929 yılında Cumhuriyet dönemindeki tapu siciline de kaydettirdiğini belirtmektedir. Başvuran o tarihten bu yana, yangına karşıkorunması da dahil olmak üzere bakımı ve resmi işlemler yapılması noktasında mülkiyet haklarını tam manasıyla kullandığını ifade etmektedir. 10 Haziran 1953 tarihli bir Yargıtay kararına atıfta bulunan başvuran, mülk edinimlerini onayan Padişah fermanlarının Türkiye’deki mevcut kamu düzeninde halen yürürlükte olduğunu iddia etmektedir.
Başvuran ayrıca, yetkili makamların 1940’tan bu yana kendisine gönderdikleri mektupların da sözkonusu taşınmazın yegâne maliki olduğu hususunu itiraza mahal bırakmayacak şekilde teyid ettiğine dikkat çekmektedir.
Başvuran ayrıca, Hükümetin sözkonusu taşınmazın Yetimhane Vakfı namına satın alındığı yönündeki argümanına karşıçıkmaktadır. Başvurana göre bu taşınmazın kullanım hakkı 1903 yılında Yetimhane Vakfı’na devredilmiş ve Yetimhane Vakfı de bu taşınmaz üzerinde hiçbir zaman bir mülkiyet iddiasında bulunmamıştır. Ayrıca, 1964 yılından itibaren Yetimhane Vakfı faaliyetlerini başka yerlerde sürdürmüştür.
Başvuran ayrıca, Türkiye’deki gayrimüslimlerin taşınmaz mallarının korunmasının Lozan Anlaşması’nın 44. maddesinin 2. paragrafından ve AİHS’den kaynaklanan uluslararası sözleşme hukukunun bir yükümlülüğü olmasına karşın yetkili makamların mülkiyet hakkından yoksun bırakma işlemini herhangi bir kamu yararı amacına dayandırmadıklarını ileri sürmektedir. Başvuran bu nedenle sözkonusu yoksun bırakma işleminin keyfi olduğunu ve dini bir topluluğun haklarını kısıtlamaktan başka bir amaç taşımadığını iddia etmektedir.
Başvuran ayrıca, Hükümetin, ihtilaf konusu mülkün 1936 yılında Yetimhane Vakfı tarafından kendi mal varlığına dahil olduğunun ‘beyan edildiği’ ve beyannamenin açıkça mülkün Yetimhane Vakfı’na devredildiğini teyid ettiği yönündeki savına itiraz etmektedir. Esasen bu beyannamede sözkonusu taşınmaz maldan açıkça söz edilmemiş olup sözkonusu beyanname asla bir senet yahut Yetimhane Vakfı’nın ihtilaf konusu mülkün tescili yönündeki bir talebi olarak değerlendirilemez. Bu tür beyannameler ilgili vakıfların mali durumlarına dair hesap vermeleri amacına matuf olarak verilmektedir. Bu itibarla, sözkonusu vakıfların bu beyannameyi vermelerini şart koşan 2762 sayılı kanun ‘erişilebilir’, ‘açık’ ve ‘öngörülebilir’ bir kanun değildi.
Başvurana göre, bu müdahale hiçbir kamu yararı amacıtaşımamaktadır. Gayrimüslim vakıfların mülkiyet hakkına ilişkin davalarda Türk mahkemeleri ulusal güvenlik gerekçelerini öne sürmüşlerdir. Ancak bu gerekçe, makul bir temelden yoksun olduğu cihetle mevcut davada kabuledilemez bir gerekçedir.
Başvuran mağduru olduğu mülkiyetten yoksun bırakma işleminin, herhangi bir tazminat ödenmeden ve haklı bir gerekçeye dayandırılmadan gerçekleştirildiği cihetle açıkça orantısız olduğunu değerlendirmektedir.
2. Hükümet
İhtilaf konusu taşınmaz malın başvurana değil Yetimhane Vakfı’na ait olduğunu değerlendiren Hükümet bu nedenle sözkonusu taşınmazın 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesiyle güvence altına alınan ‘mülk’ kavramı kapsamında değerlendirilemeyeceği kanaatindedir. Hükümete göre bu hüküm yalnızca mevcut mal ve mülkleri kapsamakta olup başvuranın tapu senetlerinin iptali sadece bir tescil hatasının düzeltilmesinden ibarettir.
Hükümet, ihtilaf konusu taşınmazın tabi olduğu hukuki rejim incelenirken yalnızca medeni kanun hükümlerine değil Osmanlı Hukukunun özelliklerine de bakılması gerektiğini savunmaktadır. Bu çerçevede Hükümet, çok sayıda olayın da işaret ettiği üzere burada sui generis bir hukuki rejimin sözkonusu olduğunu bildirmektedir. İlk olarak Osmanlı Hukukunda dini makamlar, dini cemaatlerin mal varlıklarına ilişkin çıkarlarını temsil etmekteydiler. Bu çerçevede sözkonusu cemaatlerin kullanımına tahsis edilmiş çok sayıda taşınmaz mal dini makamlar adına tescil edilmiş bulunuyordu. Bu uygulama hayır vakıflarının tüzel kişiliğinin bulunmamasından kaynaklanıyordu. Böylece taşınmazlar tapu sicil kayıtlarında bu taşınmazların idaresini denetleyen dini kurumlar adına tescil edilmekteydi. Aynı durum, 1902 yılında başvuran adına tescil edilmiş olan ihtilaf konusu taşınmaz için de geçerlidir. İkinci olarak Osmanlı dönemindeki vakıflar hukuku uyarınca mülkiyet hayır vakıfları ile bağlantılıydı. Adıgeçen vakıf bu taşınmazın yetimhane olarak idare edilmesi amacıyla kurulmuştu. Hayır amacına tahsis edilmiş olan bir taşınmazın bu niteliğinin değiştirilmesi mümkün olmadığı gibi taşınmazın kendisini de bu vakıflardan ayrı değerlendirilemezdi. Bu duruma padişahın dahi müdahalesi mümkün değildi. Dolayısıyla yapılan tahsis tapu kütüğüne işlenmişti ki, bu durum, taşınmazın tapu sicilinde belirtilenden başka bir amaca tahsisini yasaklamaktaydı. Sehzade Sultan Mehmet Vakfı’na mukataalı olan bu taşınmazın devri başvuran adına yapılmıştı. Bu devrin yegane amacıyetimhane kurulması idi ve bu husus tapu sicilinde açıkça belirtilmişti. Bu itibarla Hükümet, sözkonusu taşınmazın asıl malikinin ab initio (başından beri) Fener Rum Patrikliği değil Yetimhane Vakfı olduğu sonucuna varmaktadır.
Laik Cumhuriyetin ilan edilmesini müteakip cemaatlerin bu yetkileri feshedilmiştir. Dini azınlıklara ait vakıfların durumunu düzenleyen vakıflar kanunu hükümleri gereğince 1936 yılında adıgeçen vakıf tarafından verilen beyanname, tapu sicilinde başvuranın isminin geçmesinin başından beri yok hükmünde olduğunu itiraza mahal vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır. Yetimhane Vakfı 1936 yılında verdiği beyannamede bu taşınmazın zilyetliğinin kendisinde olduğunu açıkça belirtmiştir. Dolayısıyla tapu senedinin iptal edilmesi bir hatanın düzeltilmesinden ibarettir.
Hükümet ayrıca, başvuranın tapu sicilindeki tahsisata asla itiraz etmediğine dikkat çekmektedir. Hükümet, bir kamusal kullanım sözkonusu olduğu cihetle tahsis edilen amaçta bir değişiklik yapılamayacağı kanısındadır. Bu itibarla Patrikliğin ihtilaf konusu taşınmaz üzerindeki yetkileri ‘murakıp’ yahut ‘mutemet’ sıfatına tekabül etmekte olup kesinlikle mülkiyete karşılık gelmemektedir.
Hükümet Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün vakıfların faaliyetlerini denetlemekle yükümlü olduğunu ve bu çerçevede adıgeçen vakıftan kayıtlarını düzeltmesini istediğini belirtmektedir. Hükümete göre burada sözkonusu olanın müsadere ya da kamulaştırma işlemi değil bir kayıt hatasının düzeltilmesidir. Hükümet ayrıca tapu senedinin Hazine adına değil asıl malik adına tescil edildiğine dikkat çekmektedir.
B. AİHM’nin değerlendirmesi
1. 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi anlamında bir ‘mülkün’ olup olmadığı hakkında
AİHM, Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin ilk bölümünde yer alan «mülk» kavramının iç hukuktaki resmi tanımlamalardan bağımsız otonom bir özellik taşıdığını anımsatır (bkz. Beyeler – İtalya kararı no: 33202/96, prg. 100). Filhakika, davanın koşullarını, bir bütün olarak değerlendirildiğinde, başvuranı 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi çerçevesinde korunan ciddi bir çıkarın sahibi kılıp kılmadığını incelemek gerekmektedir. Bu optikten bakarak, AİHM aşağıda belirtilen hukuki ve olgusal unsurların dikkate alınmasının yerinde olacağı kanaatine varmaktadır.
AİHM evvela, Hükümetin, sözkonusu döneme ait senetlere göre asıl malikin Fener Rum Patrikliği değil Yetimhane Vakfı olduğu cihetle başvuranın herhangi bir mülke sahip olmadığı yönündeki savını kabul etmeyecektir. İhtilaf konusu taşınmazın başından beri belli bir kullanıma yönelik olarak tahsis edildiği doğruysa da AİHM bu tür bir tahsisin hangi nedenle başvuranın bu taşınmazın maliki olmasına engel teşkil edeceğini anlayamamaktadır.
Bu çerçevede AİHM, başvuranın 1902 yılında ihtilaf konusu taşınmazı kendi parasıyla ödeyerek satın aldığını gözlemlemektedir. Ayrıca Hükümet, 1902 yılından bu yana malik sıfatıyla, ihtilaf konusu taşınmazı gerçek anlamda bu taşınmazdan yararlanan Yetimhane Vakfı’na devrettiğini ya da bağışladığını gösteren herhangi bir belge sunmamıştır. Hükümet tarafından sunulan tapu sicil kayıtları bu taşınmazın Yetimhane Vakfı’nın kullanımına tahsis edildiğini göstermekteyse de başvurandan daima sözkonusu taşınmazın ‘maliki’ olarak bahsedildiğini de kanıtlamaktadır. Öte yandan, yetkili makamlar, defaatle taşınmazın ‘maliki’ sıfatıyla başvuranı muhatap almışlardır.
Ayrıca, Asliye Hukuk Mahkemesi 25 Şubat 2004 tarihinde verdiği kararda başvuranı ihtilaf konusu taşınmazın meşru maliki olarak değerlendirmiştir. Bu çerçevede, malik tarafından yapılması gereken binanın sağlamlaştırma çalışmalarının yapılmamasının başvuranın tapu senedinin iptalinin gerekçelerinden biri olarak ileri sürüldüğünü tespit etmek yeterli olacaktır. AİHM, böylesi bir hükme ancak başvuranın ihtilaf konusu taşınmazın maliki olduğu ilkesinden hareketle varılabileceği kanaatindedir. Şayet bu taşınmaz başvurana ait olmamış olsaydıya da mülkiyeti 1936 yılında Yetimhane Vakfı malik olacak şekilde devredilmiş olsaydı bu gerekçelerin hiçbir dayanağı kalmazdı.
Hükümetin, dini azınlıklara ait vakıflar tarafından kullanılan mallara uygulanan Osmanlı Hukukunun özel hükümleri yönünden ileri sürdüğü argümana ilişkin olarak AİHM, bu imtiyazların cumhuriyetin ilanıyla birlikte kaldırıldığını tespit etmektedir. 4 Ekim 1926’da Medeni Kanun’un ve 13 Haziran 1935 tarihinde Vakıflar Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle birlikte bu vakıfların tabi olduğu hukuki rejim köklü bir değişime uğramıştır. Bu çerçevede AİHM sözü edilen bu kanunların kabul edilmesini müteakip kamu makamlarının başvuranın malik sıfatına hiç itiraz etmedikleri ve Yetimhane Vakfı’nın da herhangi bir şekilde mülkiyet iddiasında bulunmadığı hususuna özel bir önem atfetmektedir.
Yukarıda ifade olunanlar göz önünde bulundurulduğunda, AİHM, sözkonusu taşınmazın özel bir rejime tabi olduğunu kabul etse dahi, neredeyse kamusal bir nitelik taşıdığı ve hiçbir zaman başvurana ait olmadığı sonucuna varamaz. Bu itibarla AİHM sözkonusu taşınmazın, başvurana ait olduğu, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi bakımından bir ‘mülk’ teşkil ettiği ve 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin mevcut davada uygulanabilir olduğu hükmüne varmaktadır.
2. 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesine riayet edilip edilmediği hakkında
a) Mülkiyet hakkına yönelik bir müdahalenin olup olmadığı hakkında
İhtilaf konusu taşınmazın başvurana ait olduğunu kabul ettikten sonra AİHM tapu senedinin iptalinin ilgilinin mülkiyet hakkına yönelik bir müdahale teşkil ettiği kanaatine varmaktadır. Bu çerçevede AİHM, AİHS’nin ‘somut ve etkili’ hakların korunmasını amaçlaması çerçevesinde sözkonusu durumun fiili bir kamulaştırmaya tekabül edip etmediğinin incelenmesine önem atfettiğini anımsatır (Sporrong ve Lönnroth – İsveç, 23 Eylül 1982 tarihli karar, prg. 63).
Hükümet fiili ya da hukuki bir kamulaştırmanın değil basit bir kayıt hatası düzeltilmesinin sözkonusu olduğunu belirtmektedir. Hükümet, sözkonusu taşınmazın bidayetteki tahsis amacının muhafazası maksadıyla tapu senedinin Hazine adına değil asıl malik adına tescil edildiğine dikkat çekmektedir.
Bununla birlikte AİHM ihtilaflı durumun gerçeklerini analiz etmesi gerektiği kanaatindedir. Bu doğrultuda AİHM, başvuranın tapu senedini iptal eden ulusal mahkemelerin mülkiyetin, artık hayır hizmeti yapmadığı gerekçesiyle Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ‘mazbut’ vakıf olarak nitelendirilen Yetimhane Vakfı’na devredilmesine karar vermiştir. Bu itibarla, sözkonusu taşınmazın artık başvurana ait olmadığı ve bundan sonra Başbakanlığa bağlı bir kamu kuruluşu olan sözkonusu genel Müdürlük tarafından idare edileceği hususunda bir tereddüt bulunmamaktadır.
Dolayısıyla başvuranın mülkiyet hakkı 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin birinci bendinin ikinci cümlesi anlamında mülkiyetten yoksun bırakma olarak değerlendirilmesi gereken bir müdahaleye maruz kalmıştır.
b) Eşitlik ilkesine riayet edilip edilmediği hakkında
1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi her şeyden evvel, kamu otoritesinin mülkiyet hakkına yönelik müdahalesinin yasal olmasını zorunlu kılar. Demokratik bir toplumun temel ilkelerinden biri olan hukukun üstünlüğü ilkesi AİHS maddelerinin tamamında mündemiçtir (Iatridis – Yunanistan, no: 31107/96, prg. 58). Yasallık ilkesi ulusal hukuk normlarının yeterli derecede erişilebilir, açık ve öngörülebilir olmalarını öngörmektedir (Hentrich – Fransa, 22 Eylül 1994 tarihli karar, prg. 42 ; Lithgow ve diğerleri – Birleşik Krallık, 8 Temmuz 1986 tarihli karar, prg. 110 ; La Rosa ve Alba – İtalya (no:1), no: 58119/00, prg. 76, 11 Ekim 2005)
Hükümet öncelikle, Medeni Kanunun 1024. ve 1025. maddeleri uyarınca, tescil işleminin meşru dayanağı olmadan yapılmış olması ve asıl malikin haklarının ihlal edilmesi halinde tapu sicillerinin bir mahkeme kararıyla düzeltilebileceğini öngördüğünü belirtmektedir. Hükümet ulusal mahkemelerin, Yetimhane tarafından 1936 yılında verilen beyannamede sözkonusu taşınmazın bildirilmesine istinaden tapu kayıtlarını düzelttiklerini ileri sürmektedir.
Başvuran yapılan bu müsadere işleminin hiçbir yasal dayanağının olmadığını iddia etmektedir.
AİHM, Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 25 Şubat 2004 tarihli kararında tapu iptaline gerekçe olarak, belirli bir kanun maddesine ya da ilgili uluslararası anlaşmaya atıfta bulunmaksızın ‘Medeni Kanun, uluslararası anlaşmalar ve (…) Vakıflar Kanunu’ nu zikretmekle yetindiğini tespit etmektedir.
İlk derece mahkemesi tarafından ileri sürülen sözkonusu gerekçe her ne kadar muğlak ve farklı yorumlara açıksa da AİHM, Yargıtay’ın 21 Ekim 2004 tarihli kararında Yetimhane Vakfı tarafından 1936 yılında verilen beyannameye ve bu beyannamenin sonuçlarına açıkça atıfta bulunduğunu gözlemlemektedir. Bu muhakeme tarzınıgöz önünde bulunduran AİHM, başvuranın tapu senedinin, 2762 sayılı kanunun sözü edilen hükümlerine istinaden iptal edildiği ilkesinden hareket edecektir.
Bundan sonra, sözkonusu hukuki standardın erişilebilirlik ve öngörülebilirlik koşullarını yerine getirip getirmediği meselesini incelemek gerekmektedir. Ancak, müdahalenin orantılılığı yönünden vardığı sonucu göz önünde bulunduran AİHM, bu mesele hakkında bir hükme varmayı gereksiz bulmaktadır (aynı anlamda bkz., sözgelimi, Çetin ve diğerleri – Türkiye, no: 40160/98, prg. 44).
c) Kamu yararı amacı
AİHM’nin, bu kez sözkonusu mülkiyetten yoksun bırakma işleminin 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinde ifade edilen ikinci kural anlamında ‘kamu yararı amacı’ gibi meşru bir amaç taşıyıp taşımadığını incelemesi gerekmektedir.
Hükümet başvuranın tapu senedinin iptalinin ihtilaf konusu taşınmazın başlangıçtaki tahsis amacının korunması ihtiyacından kaynaklandığını savunmaktadır. Hükümete göre bu nedenle sözkonusu karar meşru bir amaca matuftu.
Hükümet tarafından ileri sürülen tahsis amacının artık bir manasının kalmadığını ileri süren başvuran mülkiyetine el konulmasının hiçbir meşru bir amaç taşımadığını iddia etmektedir. Başvuran, esasen İstanbul’da çok az sayıda yetim Rum çocuğunun kaldığını, bunların da daha elverişli binalarda barındırıldığınıbelirtmektedir. İlgili ayrıca, vakfın amacının ortadan kalkmasına rağmen, mülk sahibini mülkünden mahrum etmenin kamu düzenine hangi şekilde hizmet ettiği hususunun Hükümet tarafından izah edilmediği kanaatindedir.
AİHM, “kamu yararı” kavramını doğasıniteliği hep geniş bir kavram olarak değerlendirdiğini hatırlatır. Özellikle mülkiyetten yoksun bırakma hususundaki yasaların kabul edilmesi kararı, çoğu zaman politik, ekonomik ve sosyal sorunların incelenmesini kapsamaktadır. Ekonomik ve sosyal bir politika izlemek için yasa koyucunun geniş bir özgürlüğünün olmasının normal olduğuna kanaat getiren AİHM, yargısının makul bir dayanaktan yoksun olmaması kaydıyla, yasa koyucunun “kamu yararının” gereklerini belirleme şekline saygıduymaktadır (James ve diğerleri-Birleşik Krallık, 21 Şubat 1986 tarihli karar; Pressos Compania Naviera S.A. ve diğerleri-Belçika, 20 Kasım 1995 tarihli karar; Broniowski-Polonya, başvuru no: 31443/96).
AİHM, her şeyden önce, Adalar Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından dava konusu müdahaleyi haklı kılmak için gösterilen gerekçelerden birinin, tarihi bir öneme sahip sözkonusu taşınmazı sağlamlaştırmak için sahibinin gerekli tedbirleri almaması olduğunu gözlemlemektedir. Ancak mevcut dava bağlamında böyle bir amacın geçerli olmadığı anlaşılmaktadır, zira ne ulusal mahkemeler ne Hükümet, sözkonusu bina için de geçerli olduğu üzere kültürel, mimari veya tarihi bir değere sahip taşınmaz mallar sözkonusu olduğunda, özellikle mimari mirasın korunmasına yönelik olarak alınması gereken tedbirleri içeren koşulları belirleyen ilgili mevzuattan faydalanmıştır (Bkz, mutatis mutandis, sözü edilen Beyeler; SCEA Ferme de Frensoy-Fransa, başvuru no: 61093/00 son olarak Debelianovi-Bulgaristan, başvuru no: 61951/00, 29 Mart 2007).
AİHM’nin, Türk Devletinin, vakıfların statüsüne ve sahip oldukları mallara ilişkin hukuki bir sorunu çözmek durumunda kaldığıhususunda tereddütü bulunmamaktadır. Nitekim, AİHM, Sözleşmeci Devletlerin vakıflar gibi tüzel kişiler tarafından taşınmaz mal edinilmesine ilişkin rejimi düzenleme konusunda geniş bir takdir yetkisine sahip olduklarını hatırlatmaktadır. Bu durumda, Sözleşmeci Devletler, genel menfaate uygun olarak, açıklanan hedef ve amaçların gerçekleşmesini, kamu düzenini ve vakfın üyelerinin çıkarlarını gözetecek tedbirleri hayata geçirebilirler. (Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı-Türkiye, başvuru no: 34478/97).
Sonuç olarak, 1936 beyannamesinden altmış bir yıldan fazla bir süre sonra 1997 yılında tapu iptal davasının açılması, ihtilaflı tedbirin alınmasını gerekli kılan gerekçelere ilişkin soru işaretlerine neden olsa da, bu tek başına, vakıflar kanununun “kamu yararı amacına” hizmet etme genel amacının meşruiyetini ortadan kaldırmaz. (Bkz. Yunanistan’ın Eski Kralı).
d) Müdahalenin orantılılığı
Mallara saygı hakkına yönelik bir müdahalenin, kamu yararının gerektirdikleri ile kişinin temel haklarının korunması yükümlülükleri arasındaki adil dengeyi sağlaması gerekmektedir (bkz. diğerleri arasından, Sporrong ve Lönnroth). Bu tür bir dengenin sağlanması kaygısı, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin yapısının tamamında, dolayısıyla, birinci cümlede güvence altına alınan prensiple bağlantılıokunması gereken ikinci cümlesinde de bulunmaktadır. Özel olarak da, bir kişiyi mülkünden yoksun bırakan tedbir ile hedeflenen amaçla kullanılan araçlar arasında makul bir orantılılık bağının bulunması gerekmektedir (Prssos Compania Naviera S.A. ve diğerleri).
Mevcut davada başvuran, karşılıksız olarak mülkünden yoksun bırakılmıştır. AİHM yerleşik içtihadına göre, şayet bir müdahale meşruiyet ilkesine riayet ediyorsa ve keyfi değilse, tazminat ödenmemesi eo ipso ve her zaman Devlet tarafından başvuranların mallarına el konulmasını gayrımeşru kılmaz. (Bkz. Jahn ve diğerleri- Almanya; başvuru no: 46720/99, 72203/01 ve 72552/01). AİHM, yukarıda başvuranın mülkiyet hakkının, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ilk satırının ikinci cümlesi anlamında mülkünden mahrum kalma olarak değerlendirilecek bir müdahaleye maruz kaldığı sonucuna ulaştığını hatırlatmaktadır. Bu durumda, başvuranın, orantısız ve aşırı bir yüke katlanıp katlanmadığının araştırılması gerekmektedir. Bu konuda AİHM daha önce, değerine göre makul bir miktar ödenmeksizin mülkten yoksun bırakmanın, aşırı bir müdahale teşkil ettiğini ve tazminatın hiç ödenmemesinin ise 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi kapsamında yalnızca istisnai koşullarda haklı görülebileceğini belirtmiştir.
Hükümet, tapu iptalinin, yalnızca yanlış tescilin düzeltilmesini teşkil etmesi nedeniyle, başvurana hiçbir tazminat ödenmemesinin tamamen meşru olduğunu ifade etmektedir.
Başvuran, tazminat ödenmeksizin malına el koyulmasının kesinlikle orantısız olduğunu ileri sürmektedir. Bir kişi tarafından yasal olarak edinilen bir malın belirli bir kullanım amacıyla tahsis edilmesi sözkonusu malın değerini tazminat ödenmeksizin elde edilmesi kadar düşürmez. Orantılılık ilkesi gereği, malın edinilme şekli ne olursa olsun malının kaybından dolayı mal sahibinin zararının adil olarak tazmin edilmesi gerekmektedir.
Mevcut davada AİHM, tazminat ödemeksizin başvuranın malından yoksun bırakmayı haklı kılmak için Hükümetin ileri sürdüğü, sözkonusu taşınmazın aslında Yetimhane Vakfı’na ait olduğunu ve başvuranın hakkının “murakıp” veya “mutemet” statüsüne tekabül ettiği argümanına katılmamaktadır. Zira AİHM’nin daha önce de belirttiği gibi, sözkonusu taşınmazı başvuranın kendi kaynakları ile edindiği hususuna itiraz edilmemiştir. Satın almasının hemen ardından, sözkonusu taşınmazın belli bir kullanım amacına tahsis edilmesine rağmen, başvuran hep bu malın sahibi olarak muamele görmüştür. Ayrıca 18 Temmuz 1944 ve 18 Haziran 1945 tarihlerinde vergi dairesi tarafından kabul edilen kararlarda da görüldüğü üzere, binanın yalnızca bir kısmı sözü edilen kullanıma tahsis edilmişti.
Ayrıca, AİHM’nin elinde bulunan dosyadan, ne 1902 tarihinde satın alınmasından ne 1936 beyannamesinin ardından, iptal davasının açıldığı 1997 tarihine kadar, başvuranın tapusunun mahkemeler veya idari merciler tarafından tartışma konusu yapıldığı sonucuna ulaşılmaktadır. Aynı durum, güvenlik nedenleriyle taşınmazın boşaltıldığı tarih olan 1964 yılıile 1997 arasında geçen dönem için de geçerlidir. Zira 1964’ten sonra uygulamada binanın tahsis edildiği amacın varlığı son bulmuştur.
Ayrıca, 1903 yılında ihtilaflı taşınmazı edindiğinden beri Yetimhane Vakfı, 1936 beyannamesi sırasında veya sonrasında 1995 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından “mazbut” olarak nitelendirilene kadar hiçbir zaman taşınmazın sahibi olduğunu ileri sürmemiştir. Sadece bu tarihte, Yetimhane Vakfı adına hareket eden Vakıflar Genel Müdürlüğü 1936 beyannamesine dayanarak taşınmazın tapusunu istemiştir. Bu bağlamda, sözkonusu beyannamede, Yetimhane Vakfı’nın, herhangi bir mal “sahipliği” sıfatına atıfta bulunmaksızın, “Rum Erkek Yetimhanesini” yönettiğini beyan ettiğini belirtmek gerekir. Ayrıca ilgili mevzuat vakıflara “gelirlerinin niteliğini ve kaynağını, harcamalarını, gelir ve giderlerinin miktar ve niteliğini” belirttikleri bir beyanname sunma yükümlülüğü getirmekteydi. AİHM’ye göre, Yargıtay kararının aksine, sözkonusu iki metnin, ipso facto, sözkonusu beyannamede belirtilen amaca göre yönetilmesi ile yükümlü Yetimhane Vakfı’na mülkün devredilmesinin teyidi olduğu sonucuna güçlükle ulaşılmaktadır.
1936 beyannamesi konusunda ise AİHM, dini azınlıklara ait vakıflar tarafından 1936 yılında verilen beyannamelerin, bu vakıfların “vakıf senedi” yerine geçtiğine ilişkin 1974 tarihli içtihadın uygulanmasının “öngörülebilirlik” gereği ile bağdaşmadığı sonucuna ulaştığını hatırlatır (Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı, paragraf 57). Oysa ki, Yetimhane Vakfı’nın 1936 beyannamesinde atıfta bulunmakla malın sahibi olduğu yönündeki sonucun sözkonusu içtihata dayandığı anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak, sözkonusu taşınmazın, uzun seneler boyunca belirli bir kullanım amacına tahsis edildiği göz önüne alınsa bile, hiçbir halde, sözkonusu tahsisin, mülkiyet hakkının içeriğinin boşaltılmasını gerektirdiğini düşündürecek bir durum bulunmamaktadır. Savunmacı Hükümet’in sözkonusu taşınmazın tahsis edildiği amacını korumak istemesi kendi başına bir sorun teşkil etmemekle beraber, AİHM, Türk yetkililerin, başvurana uygun bir tazminat ödemeksizin başvuranıbu şekilde malından yoksun bırakamayacaklarına kanaat getirmektedir. Zira mevcut davada başvuranın hiçbir şekilde tazminat almadığını saptamak gerekmektedir.
Bu koşullarda, mülkten yoksun bırakmanın yasa ile öngörülmüş olduğunu ve kamu yararı amacına hizmet ettiğinin ispat edildiği varsayılsa dahi AİHM, mülkiyet hakkının korunması ile kamu yararının gerekleri arasında hüküm sürmesi gereken adil dengenin bozulduğu ve başvuranın alışılmışın dışında ve ölçüsüz bir yüke katlanmak zorunda kaldığı kanaatindedir. Bu durumda, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi ihlal edilmiştir.
II. AİHS’NİN 6. MADDESİNİN VE 1 NO’LU EK PROTOKOL’ÜN 1. MADDESİ İLE BİRLİKTE 14. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA
AİHS’nin 6/1 maddesine atıfta bulunan başvuran, iç hukukta yapılan hatalardan dolayı ulusal mahkemeler nezdinde adil bir yargılamadan yararlanamadığını ileri sürmektedir. Başvuran, ayrıca, Yargıtay kararının yeterince gerekçelendirilmediğini de ileri sürmektedir. Başvuran, Yargıtay nezdinde duruşma yapılması talebinin reddedilmesi nedeniyle savunma hakkının ihlal edilmesinden de şikayetçi olmaktadır.
Ayrıca başvurana göre, taşınmazın tapu kaydının, halihazırda Türk idari makamları tarafından yönetilmekte olan Yetimhane Vakfı adına tescil edilmesi keyfi bir el koyma işlemi teşkil etmekte olup AİHS’nin 14. maddesi ile birlikte 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinde güvence altına alınan haklarını ihlal etmektedir.
Hükümet bu iddialara karşı çıkmaktadır.
AİHM, sözkonusu şikayetin yukarıda incelediği şikayetle bağlantılı dolaysıyla kabuledilebilir nitelikte olduğunu belirtmektedir.
Bununla birlikte, 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesine ilişkin olarak ulaştığı tespiti göz önünde alarak AİHM, sözkonusu şikayetlerin ayrı olarak incelenmesine gerek olmadığına kanaat getirmektedir.
III. AİHS’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI HAKKINDA
Başvuran, neden olunan zararın giderilmesi için Hükümet tarafından uygulanacak en uygun yolun ihtilaflı taşınmazın tamamının kendisine iade edilmesi olduğunu belirtmektedir. Hükümetin sözkonusu taşınmazıiade edememesi durumda, başvuran zararının tazmin edilmesini kabul etmeye hazır olduğunu ifade etmekte ve taşınmazın piyasa değerine tekabül eden meblağı talep etmektedir. Şayet bu da mümkün değilse, başvuran, 80.000.000 Euro değerinde tazminat talep etmektedir.
Başvuran, manevi zarar için de 10.000 Euro talep etmektedir. Ayrıca, ulusal mahkemeler ve AİHS organları önünde yapmış olduğu yargılama masraf ve giderleri için de 50.000 Euro talep etmektedir.
Hükümet, makul olmadığına kanaat getirerek bu iddialara karşıçıkmaktadır. Yargılama masraf ve giderlerine ilişkin olarak ise Hükümet, talep edilen miktarın aşırı olduğu ve yeterince belgelendirilmediği kanaatindedir. Ayrıca Hükümet, Yetimhanenin “mazbut vakıf” olarak değerlendirilmesine ilişkin karar düzeltme başvurusunun ulusal mahkemelerde halen devam ettiğini ve yargılamanın sonucunun işbu dava için belirleyici olabileceğini belirtmektedir.
Mevcut dava koşullarında Savunmacı Devlet ile başvuranlar arasında olası bir uzlaşma ihtimalini göz önünde bulunduran AİHM, 41. maddenin uygulanmasının bu aşamada saklı tutulmasının uygun olacağına kanaat getirmektedir.
BU GEREKÇELERE DAYALI OLARAK, AİHM, OYBİRLİĞİYLE,
1. 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesinin ihlal edildiğine;
2. AİHS’nin 6. maddesi ve 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi ile birlikte AİHS’nin 14. maddesi kapsamında yapılan şikayetlerin ayrı olarak incelenmesine gerek olmadığına;
3. AİHS’nin 41. maddesinin uygulanması hususunun
a) saklı tutulmasına;
b) Hükümet ve başvuranların, AİHS’nin 44/2 maddesi uyarınca kararın kesinleşmesinden itibaren altı ay içinde bu mesele hakkındaki görüşlerini yazıyla kendisine bildirmeye ve bilhassa aralarında varacakları her türlü uzlaşmadan kendisini haberdar etmeye davet edilmesine;
c) Sonraki sürecin saklı tutulmasına ve gerektiğinde daire başkanının izlenecek süreci belirlemeye yetkili kılınmasına;
KARAR VERMİŞTİR.
İşbu karar Fransızca olarak hazırlanmış ve AİHM’nin iç tüzüğünün 77. maddesinin 2. ve 3. paragraflarına uygun olarak 8 Temmuz 2008 tarihinde yazılı olarak bildirilmiştir.
İşbu kararda AİHS’nin 45/2 ve AİHM iç tüzüğünün 74/2 maddesi uyarınca Yargıç Baka, Yargıç Ugrekhelidze ve Yargıç Mularoni’nin mutabakat şerhi bulunmaktadır.